Ustam gideli beş yılı aştı. Karanlığın sesi daha gür çıkıyor şimdi. Daha fazla Cumhuriyet Devrimcisi, onurlu aydın, daha fazla sosyalist dolduruyor tutukevlerini. Sorgulamalar, teknik takipler daha uzun…
Ortaokul yıllarında şiirleriyle tanışmıştım. Ahmet KAYA’nın kaset kartonetlerinde en “damar” şarkıların söz yazarı olarak adı geçerdi Attila İLHAN'ın. Biraz da Ahmet KAYA’nın içten, devrimci – arabeski sayesinde alıp okumuştum Sisler Bulvarı’nı…
Akabinde; Duvar, Yağmur Kaçağı ve diğerleri bir bir yaşamıma işlemiş, tüm şiir kitaplarından uzunca bölümler istemsiz ezberlenmişti. Üçüncü Şahsın Şiiri lisedeki ilk sarhoşluklarıma tekabül ederdi. Gâvurun “Platonik”, kendi ozanlarımızın “Karasevda” dediği derin bir çukurun içinden, doğrudan bana tercüman bir lirikti sanki…
Divan Pastanesi’ndeki ilk sohbetimizin heyecanı günlerce uyutmamıştı. Harbiye’den Gümüşsuyu’na mecnunlar gibi yürümüştüm. Yıl 1998’di. 2000 – 2002 yılları arasında Cumhuriyet’te çalışırken bazı vakit Barış DOSTER ağabeyimle, bazı vakit tek başıma defalarca ziyaret edip söyleşme fırsatı bulabilmiştim yeniden. The Marmara Otel'in kahvesindeki yahut parklardaki bu buluşmalarımız otuz küsur senelik yaşamımın halên en değerli anıları arasındadır.
"Mütefekkir Attila İLHAN, şair Attila İLHAN’ı beğenmez, çok eleştirir" derdi Üstad…
İmkânsız aşkları, karşılıksız sevdaları ve tuhaf yolculukları anlattığı şiirlerine her zaman hayrandım. Ağdalı ve ağır bir Türkçe ile yazılmışlıklarına karşın romanlarını da sevdim. Zira Kaptan’ın romanlarının araştırmalara dayanan malzemesi ve kurguları sağlam birer omurgaya oturmaktadır. Örneğin Allah’ın Süngüleri’nde, insan kendini Mustafa Kemal'in eski Ziraat Mektebi’ndeki karargahında hisseder. Bu kitabın üstüne Kemal TAHİR'den Esir Şehrin İnsanları'nı ve Esir Şehrin Mahpusu'nu da okursanız "Hürriyet" ve "İstiklâl" peşinde bir Kuvvacı gibi yollara düşmek, kavgalara girmek istersiniz…
Ayrıca Attila İLHAN, denemelerinde ve gazete yazılarında hem siyasi, felsefi konuları hem de aykırı temaları yazmaktan çekinmeyen öncü bir aydındır.
Misal, Hangi Seks adlı deneme kitabında ve Fena Halde Leman'ında özellikle mercek altına aldığı lezbiyen karakterler üzerinden eşcinselliği incelemişti.
Halit KAKINÇ, Nusret TÜRK ve Nihat GENÇ gibi bir avuç aydınla birlikte, yapısal bir birliktelik olmaksızın Galiyevci hareketi Türkiye'de yaymaya çalışmıştır. 3. Dünyacı bir sosyalizm anlayışının savunucusu olarak ölümüne dek deli gibi okumuş ve yazmıştır.
“40 karanlığı döneminde TKP ve türevi örgütlerden uzak durmamın nedeni, cezaevinde birlikte yattığımız TKP'lilerin Sovyetler’e göbeğinden bağlı tutumuydu" diyen, örgütlü mücadele eksikliğini kendisi de kabul eden fakat bunu da mevcut tüm örgütlerin saçma sapanlığına yoran marjinal bir aydındı. Örgütlerde içten mücadele verip gerçek devrimci/sosyalist çizgiye bu yapıların yanaşmalarını sağlayacak iradenin/donanımın kendisinde olmadığından bahsederdi.
Fakat Fransa'da Nazım Hikmet'in serbest bırakılması için Avrupalı ve 3. Dünyalı pek çok sosyalistle sırt sırta alana inmiş, ülkemizde de anti emperyalist duruş alabilen tüm siyasi yapıların eylemlerine kalemiyle destek olmuştur. Sendikal/sınıfsal mücadelenin önemini her fırsatta işleyen kitaplarını, yazılarını ve söyleşilerini de elbette ortalama her Türk sosyalisti bilir, takdir eder.
"Büyük Yolların Haydudu", çok fena dövülen delikanlı, "Şahane Serseri", "Yağmur Kaçağı", ustam, yalnızlığımın ihtiyar simetrisi, Reis Paşa'nın 80 yaşındaki genç neferi, onurun ve vatanın kalemi, gözümden usulca dökülen yaş, telefonuma her çıkışında beni her seferinde ürpertmiş telaş...
Ölüm haberini aldığım günü halâ unutmam. Güneşli, ılığın sıcağı bir gündü. Irmağın kıyısında bir cigara yakmıştım. O’nun mısralarına kımıldandı dudaklarım. Pia döküldü dudaklarımdan. Bir üşüme, bir titremedir ruhumu aldı. Ilığın sıcağı bir gündü oysa. Irmak yosun kokuyordu. İçimden kainatın yakıcı bir yıldızı geçti. Bana sadece gölgesi kaldı yazdığı mısralardan. Üşüyüp titrememin sebebi buydu belki.
Ölümünden birkaç gün sonra Semih ÖNEM, Akdeniz Gerçek’teki köşesinde “Biri bilge, biri şair, biri yazar ve biri sinemacı dört yaşam için toplam seksen yıllık bir ömür kısa değil midir?” diye sorarken son derece haklıydı. Kısacık yaşamıştı Kaptan…
Bilgi, üslup, zarafet, hırçınlık, umudu yitirmeyiş, pusulayı şaşırmayış, hiç bir bedele bir ömür boyunca düşünceyi yani namusu tek kez olsun satmayış...
O'nu tanımak güzeldi. O'nu okumak ve dinlemek tekil kapkara bir mezarlık ıslığından çoğul senfoniler devşirebilmek demekti.
Halkın her kesiminin anlayıp vurulabileceği şiirler üretmiş bir ozandı.
Dolmuşlara "ben sana mecburum", fabrikaların işçi kantinlerine "dehrin cefasını çektik/sefasını süreceğiz", fakülteli aşıkların defterlerine "kimi sevsem sensin" yazdırabilmişti.
Serbest vezinli Türk şiirinde ilkinin Nazım Hikmet olduğu, Hasan Hüseyin ve Ahmed Arif gibi daima ışıldamış, asla sönmeyecek üç beş yıldız şairden biridir gözümde. Yerin dolmadı şu geçen zamanda, dolacağını da sanmam ustam. Özlemin, boşluğun hep içimizde.
Yoksul, yönsüz ülkemin cahil, aldanan ve uyuşuk “Evetçi” yığınlarına hâlen seslenir gibisin Kaptan..
"uyusun ay büyüsün camlar buğulanmasın
sen uyu uyusun bulutlar uyanmasın
ışıklar uyanmasın camlar buğulanmasın
sen uyu uyanmasın İstanbul uyusun
Karagümrük uyusun Fatih uyusun
Atatürk Bulvarı'nda rüyalar büyüsün
sen uyu uyusun İstanbul uyanmasın
gemiler uyanmasın camlar buğulanmasın..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder