17 Mayıs 2010 Pazartesi

TEŞEKKÜRLER ŞAMPİYON

Bursaspor Türkiye Turkcell Süper Ligi 2009 – 2010 Futbol Sezonu şampiyonu oldu…

Üstelik Türk Futbol Tarihi’nin takımına lig şampiyonluğu yaşatan en genç teknik direktörüyle. Dahası “Türkiye Kupası finalinde Fener’i danışıklı yendiler, ligin son maçında yenilip Fener’i şampiyon edecekler” denen Trabzonspor’un çirkin şayialara son vermek üzere yiğitçe mücadele ederek aldığı puan sayesinde. O Trabzonspor ki on yıllarca Anadolu’nun futboldaki yüz akı olmuş bu sezonun son maçında da büyük menfaatlere bedelli hesapları bozmuştur..

Bugün Bursaspor, bir düşü gerçeğe dönüştürmüştür. Antalyasporum’a sevgimi ve umutlarımı arttırmıştır.

Türk Futbolu’nda milyarlarca Dolar’ın dönmediği, türlü sponsor ve şirketlerin cirit atmadığı dönemde Galatasaray sevdama koşut bir çocukluk hayâlim vardı. Antalyaspor’un “1. kümede” şampiyon olması…

Galatasaray’ın Avrupa’da yıldızlar topluluğu takımları devirip kupa kaldırdığını görmeyi Allah nasip etti. Umarım bir gün "Antalyaspor’un şampiyonluğuna sevinmek" rüyam da gerçek olur...

Bursaspor bugün benim için, bahsettiğim özlemin Türkiye’nin başka bir güzel şehrinde hayat bulmasıdır. Tüm Anadolu’da milyonların kalbinin birlikte attığı yer şu an için Bursa’dır…

Osmanlı Payitahtı'ndan çıkan camiaların Türk futbolunda devam eden egemenliğini kırmak katışıksız bir sportif zafer olarak anlaşılmalı... Vaktiyle Trabzonspor efsanesinin önde gelen isimlerinden biri mazideki ilk Trabzon şampiyonluğundan bahsederken, "Hindistan'daki Kast Sistemi'ni kaldırmaktan daha güç bir iş başarmıştık" demişti. Özkan SÜMER miydi, Ahmet Suat ÖZYAZICI mı anımsayan beri gelsin... Bakmayın eski bir röportajda duyulmuş bu sözlerin sahibinin şimdi hatırlanamadığına... Yazık ki benzetmedeki isabet uzun senelerdir değişmemiştir.

Zira Trabzonspor'un geçmişteki, Bursaspor'un şimdiki başarıları; servete karşı akılla hemhal olan emeğin üstünlüğüdür. Eşitsiz olanaklar savaşında, "yoksun" olan tarafın "kudretli" olan tarafları yenmesidir... Maddiyata, transfere, tesise, prime, üne, kalemşöre olan yoksunluk ruhla, yetenekle, inanmışlıkla, daha fazla çalışmakla ve zekâyla kapatılarak böyle sonuçlara erişilir.. Böylesi manzaralar için işçisinden, esnafına, beyaz yakalısından, aydınına bir kentin çoluk çocuk, kadınıyla erkeğiyle hedefe varma uğraşında yürek birliği etmesi gereklidir.

Bursa merkezinde ben bunları yazarken henüz bir kaç saattir Heykel'den Çekirge'ye, Çarşı'dan Teleferik'e kadar her yerde şampiyonluk, onurlu coşkun bir sevinç üleşimi olarak kutlanıyor. Bursa'nın tüm ilçe ve beldelerinde de aynı bayram havasının estiğinden, halkın sokaklarda haklı şenliklere başladığından eminim. Mutluluk, memnuniyet ve gurur dalga dalga Bursa'dan tüm Anadolu'ya yayılıyor...

Gelin görün ki futbol tutkunu Anadolu insanının çoğunluğunda geçmişten bugüne, sayısız nedene bağlı kronik bir kompleks mevcut. Doğduğu, doyduğu, sevdiği; ailesine ve anılarına meskenlik eden şehrin takımına “sempati duyan" lakin elin İstanbul'undan bir “hayırsıza” vurgun adam, bir şekilde öz topraklarından çıkmış takımına yeterince destek değil...

Çakal menajerleri zengin eden, nice asalaklar besleyen İstanbullu büyük kulüplerimize duyduğumuz sevgi – ilgi, Bursaspor’un şu yaptığından sonra daha mı sual olunmasın? Elbette futbol, en tabana yayılmış bu spora meraklı yurttaşımızda önemli yer sahibidir. Kimileri için sosyalleşebilmek illa ki "güçlü" takım tutmayı gerektirir. "Gönülde yatan aslan" ne kadar uzak diyarlardansa da çocukluk yadigarıdır, benimsenen renklere bağlılık mezara dek gidecektir... Sözüm yok. Cim Bom’a, Fener’e, Beşiktaş’a aşkımız bir çırpıda çöpe atılmaz, atılmasın.

Fakat Bursaspor hatrına, hep beraber alkışı ve övgüyü artık asıl hak edene takdim edelim…

Kokainman ya da şöhret sarhoşu yabancı teknik patronların aldığının belki de beşte birine razı, inançla, çabayla takımı çalıştıran genç bir hocamızın nelere kadir olduğunu işte bugün Bursaspor gösterdi. Ertuğrul’un soyadı gibi “Sağlam” bir karakteri olduğu, atlatılan tüm badirelere rağmen gelen şampiyonlukla tescillendi. Ertuğrul SAĞLAM, Bursaspor'u adım adım şampiyonluğa yürütürken geldiği yeri, konumunu asla unutmadı. Dikkatini ve sportmenliğini hiçbir zaman bir kenara bırakmadı.

Bursaspor, mütevazi imkanlarını akılcı kullanan ve camiasıyla bütünleşen bir yönetimin, oluşturulacak doğru bir ekip sayesinde, çiftliğe dönmüş "İstanbul Devleri"nin hem sahada hem zorlu maratonun sonunda dize getirilebileceğini cümle aleme belletti..

Takımı alt sıralarda oynadığı zamanlarda, bugünlerin gizli hayali ile deplasmanlara koşan, teslim olmayan, maddi – manevi varını yoğunu imeceye sokan, hiçbir rakip karşısında hiçbir ortamda zerre eziklik hissetmeyen ve asaletle isyanı birleştirebilen büyük taraftarın en görkemli başarıları yaşayabileceğini kanıtladı Bursaspor.. (Bu coşkulu taraftarın Diyarbakırspor Maçı'nda yaptığı terbiyesizlik/kışkırtıcılık paradigmalar iflas ettiren şampiyonluk hatrına ve bir daha yapılmaması kaydıyla ne olur unutulsun..)

Ben bugün Antalyasporum’u daha çok seviyorum. Konyasporlu, Karşıyakalı, Gaziantepsporlu, Vansporlu taraftar da Bursaspor sayesinde kentinin takımını daha fazla sevmeli.. Camiası için özeleştiride bulunabilmek ve inisiyatif yüklenebilmek adına tıpkı Bursa taraftarı gibi önce kendi gövdesini ve beynini ortaya koyabilmeli..

Bari bundan sonra memleketimizin cefakar ve yalnız takımlarına asıl yemeğin yanındaki garnitür muamelesi yapılmasın. Medyayı, parayı, spekülasyon imkânlarını elinde bulunduran ve dışarıda yıllardır varlık gösteremeyen kulüpleri yöneten ey ensesi kalınlar... Fareli Köyün Kavalcıları.. Artık kendinizi bulunmaz Hint kumaşı sanmayın! “Büyük Adam” olmadığınızın farkındayız. İşte bir kez daha rütbeleriniz söküldü.. Köklerine yabancılaşarak fanatizmleri yüzünden hipnotize olmuş fareler gibi ardınıza takılanlar hâlen var... Ve fakat size gerçekten meydan okuyanların sayısı artıyor. Bugün Trabzonspor'un yanına Bursaspor eklendi...

Yarın Eskişehirspor, er geç Antalyaspor ya da diğerleri neden o kürsüde kıvançla yer almasın?

15 Mayıs 2010 Cumartesi

KRAL VE BEN..


Metin OKTAY’ı her anımsadığımda rahmetli dedemi hatırlarım. Doğduğumda beni sarı – kırmızı bir bayrakla kundaklayan, çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca Kral Metin efsanesini yarı masalsı bir anlatıyla gönlüme kazıyan adamı...

Yedi – sekiz yaşlarımdaydım. Profesyonel Galatasaray taraftarlığına adım attığım yıllar. 1985 –1986 futbol sezonu sürüyor. Akranım oğlanlar Muzaffer İzgü’nün Ökkeş serisini, kız çocukları ise Ayşegül kitaplarını okurken ben sadece Galatasaray’la ilgili gazete haberlerini heceliyor, cikletten çıkan futbolcu resimleri biriktiriyorum. Dedemden Metin OKTAY’ın emsalsiz golcülüğüne ve insanlığına ilişkin hatıralar dinliyorum.

13 senedir şampiyon olamamışız. Yaşımla kıyaslanınca korkunç bir hasret. Futbola en az benim kadar ilgi duyan tüm tanıdıklarım benden yaşça epey büyük. Fenerli, Beşiktaşlı akrabalar, abiler, amcalar benimle dalga geçiyor, Galatasaraylılar ise yorumlarımı dinleyip, o azimli mikro fanatik hâlimden hoşnut bol bol gazoz, horoz şekeri falan ısmarlıyor. Daha uzun yıllar şampiyonluk göremeyeceğimi anlatıp beni öfkelendiren bir sürü rakip taraftarı dün gibi hatırlıyorum.

Dedem “Aldırma oğlum” diyor, “Bu yıl Allah’ın izniyle şampiyonuz!”. Fakat Allah o yıl da izin vermiyor. Cim Bom’un sezon boyu yenilmemesine ve pek az gol yemesine karşın, iki mağlubiyeti olan Beşiktaş averajla şampiyon oluyor. Metin – Ali – Feyyaz üçlüsü henüz Kara Kartallar’ın efsanevi ileri ucu olamamış. Ali şimdilik sağ bek oynuyor. Lakin adını Halit KIVANÇ’ın babasını ikna etmesi sayesinde Kral Metin’den alan Metin TEKİN sürati ve golleriyle Beşiktaş’ı şampiyonluğa götürmüş. Metin’in Sarı Fırtına olup esmeye başladığı yıllar.

Sezon bitiminde rahmetli dedem “Metin OKTAY’ın çeyreği edecek santraforumuz olsa şampiyonduk oğlum, seneye inşallah” diyor. Beni, çıplak gözle izlediği Kral Metin’in müthiş gollerini anlatarak teselli ediyor.

Kral Metin’i seyredebilmiş tüm tanıdıklar, takımlarına duydukları kaygı ve Kral’a duydukları özlemle hemen her Galatasaray sohbetinde hâlen O’ndan bahsediyor. Ankaragücü’ne ceza yayı üstünde sırtı kaleye dönükken topuğuyla topu geriye aşırıp, dönerek çaktığı inanılmaz gol maçın tanıklarınca anlatılıyor. 10 Haziran 1959’da, Beylerbeyi’nde bahriyeli olarak askerlik yaparken tarihi golü Kadıköy’de izleyebilmiş dedemin biraderi, Fener ağlarını yırtan füzeyi nefis bir betimlemeyle yavru aslanlara aktarıyor. Metin’in uçarak attığı kafa golleri, meşhur voleleri/makas voleleri, her iki ayağına hakimiyeti, göğüs “istopu”yla yumuşatıp üç direğin arasına bombaladığı şutları efsunlu bir söylence olmuş geçen 20 küsur yıla karşın konuşuluyor.

Kral Metin’i statta izlemiş hattâ radyodan canlı olarak maçını dinlemiş üst kuşak Cim Bomlular gizli bir övünçle bu ayrıcalıklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Lâkin sonuç ortada. Şampiyon Beşiktaş’tan az gol yemişiz buna karşın yeterince gol atamadığımızdan ligi ikinci bitirmişiz. Fener’in Selçuk YULA’sı golleri sıralıyor. Bizim ise neredeyse Metin’den beri büyük bir golcümüz olmamış.

Video çılgınlığı yeni yeni yayılmaya başlamış. TRT’de Metin OKTAY’la ilgili şarkılı, gollü bir klip denk getirip sevinçle betamax kasede çekiyor, Beşiktaşlılar şampiyonluk kutlarken günlerce o üç beş dakikalık müzikli Metin OKTAY görüntülerini seyrediyorum. Başka şey izlemek isteyen aile fertlerine uzun süre azap çektiriyorum. Tabi bu klibin teknolojik/maddi koşullar gereği dandik oluşunu o vakitler ne algılıyor ne umursuyorum. Şimdi bile kimi zaman aynı görüntüleri saygı ve coşkuyla izlerim. Kaldı ki o dönemde elimde olsa Metin OKTAY’ın bazı eski maçlarından kifayetsiz bir kolaj olan bu TRT klibine Oscar verir, “Korkma Sönmez”den önce her gece televizyon kapanmadan evvel TRT’de bu klibi yayınlatırdım.

Gündüz oynanmakta olan maçların tek kanal TRT’de beleşe ve iki – üç kameradan yayınlandığı, her golden sonra alâkalı alâkasız insanların sahaya doluştuğu, Levent ÖZÇELİK’in golü atan ya da yiyenle canlı yayında röportaj yaptığı, sakatlanıp da yerde kıvranan futbolcuya Öztürk PEKİN’in saha kenarında derhal mikrofon uzattığı ve tüm bunların normal sanıldığı bir dönem...

Televole maymunluklarına 8 – 10 yıl kadar daha var. Şimdilik futbolcular "korsan", "yeni çeri", "boksör" vs. kostümleriyle gerzekçe fotoğraflar çektirerek spor magazin sayfalarında akla ziyan mülakatlarla ve görüntülerle yer alıyorlar. Memlekette ve basında ayyuka çıkan seviyesizlik, Özalizmle kol kola ilerliyor. Ve başta dedem olmak üzere Galatasaraylı tüm büyüklerim sürekli aynı teraneyi tekrarlıyor. “Kral Metin gibi golcü ve beyefendi adam gerek Gassaray’a” ya da “Çilli Mehmet fena değildi lakin yıllarca kazma Gökmen (ÖZDENAK) dert sahibi etti ve halâ gelmedi Metin gibisi” diye.

Zira Kral Metin’in takımı şampiyonluğa taşıyıp gol kralı olarak futbolu bıraktığı 1968 – 1969 sezonu Gökmen Galatasaray kadrosuna girmiş. Metin’in “veliahtı” olduğundan bahsedilmiş. 1970 – 1971, 1971 – 1972 ve 1972 – 1973’ün Brian Birch’li şampiyonluklarına golleriyle katkı koymuş. 1980 – 1981 sezonuna kadar da forma giymiş. Fakat anlatılanlara göre bu adam Metin’in veliahtı olabilecek yetenek, estetik ve karizmadan çok uzakmış. Zaten gol ortalaması Metin’le kıyaslandığında son derece düşükmüş. Üstelik vaktiyle Gökmen’in yan yana oynadığı Çilli Mehmet (ÖZGÜL) de Metin’in yerini dolduramadığı gibi Gökmen’den sonraki jenerasyonun golcüleri Tarık HOÇİÇ, ilk Almancı Erdal KESER, golleri yerine gece hayatı ve disiplinsizliğiyle konuşulan fiyasko transfer Ayhan AKBİN ve hepsinin en yeteneklisi olmasına karşın sadece 1984 – 1985 sezonunda forma giyebilen Rudiger ABRAMCZİK de Kralsız geçen yıllarda takımı şampiyon yapacak golleri atamamışlar. Şampiyonluk çok uzun süredir yok…

Mamafih Metin OKTAY gazetelerde ve TRT’de ara sıra beyefendi bir futbol bilgesi olarak çıkıp bizleri rahatlatıyor. Son derece nazik ve sağduyulu olarak taraftar ahlâkından, ezeli rekabetin mazideki nefis dostluk tablolarından, Galatasaraylılık ruhundan bahsediyor.

Aile efradının görmüş geçirmiş Galatasaraylılar’ı Kral Metin ne zaman yazsa ya da konuşsa, Kral’ın en sıradan cümlelerine bile büyük ehemmiyet veriyorlar. O ki jübilesinde Galatasaraylı ve Fenerbahçeli futbolcuları, maçı izleyen taraftarları hattâ spikeri ağlatabilmiş kişilikte, kariyeri benzersiz bir fenomen. O ki statlarda rezil küfür korolarının, menfaat çetelerinin olmadığı, rakip taraftarın yan yana maç izlediği, derbi öncesi Fenerliler’in Baba Hakkı’nın, Beşiktaşlılar’ın Gündüz KILIÇ’ın elini öperek maça başladıkları temiz bir mazide parlamış bir futbol yıldızıdır…

Kral Metin’in Damlacık Spor’da futbola başladığı 1951’de, Türk futbolseveri Milli takımın hak etmesine karşın bir sene önce parasızlıktan gidemediği Dünya Kupası finallerinin burukluğunu yaşamaktadır. Milli futbolcuların prim olarak “jip” istediği yılların çok öncesi.. Mezbelelik çamur deryası sahalarda, tahta tabanlı kramponlarla bir futbol ilahının doğduğu, Metin adındaki bu Kral’ın bale zarafetinde hareketleri futbolumuza bir nakkaş gibi işlediği anlatılır.

Yazık ki TRT arşivinin sınırlı görüntüleri ayrıca hayranları tarafından tevatür olamayacak kadar gerçekçi anlatıla gelen yüzlerce golüne ve eşsiz stiline ilişkin izlenceler dışında Metin’in futboluna dair bugün elimizdeki somut tek şey istatistiklerdir. 608 kayıtlı gol, 1 İzmir Şampiyonluğu ve Galatasaray ile yaşanmış 10 şampiyonluk. Bazı defans futbolcularının “Kemik kıran”, “Top geçer adam geçmez”, “kasap”, “cellat” gibi lakaplar aldığı, çamurlu, karlı tarlamsı top sahalarında ulaşılmış 10 gol krallığı... 40 milli maçta 17 gol..

Kral Metin’in 1962 – 1963 sezonunda tutturduğu maç başına 1.6’lık gol ortalaması rekoru henüz kırılamadı. 1959 –1960 ve 1960 –1961 sezonlarında da 1.5’e yakın gol ortalamasıyla oynadı. Yani bir maç tek, diğer maç muhakkak 2 gol atan bir santrafor düşünün... Es kaza bir hafta boş geçse öteki hafta üç tane çakıveren büyük golcüyü hayâl edin. Kral Metin’in 26 maçta attığı 38 gollük rekoru Tanju ÇOLAK tarafından 38 maçta 39 gol atılarak yıllar sonra güya “kırıldı” deseler de ben öyle saymam. (Büyük Yusuf’un Tanju’ya ikramı meşhur şaibeli golü hatırladıkça bazı istatistiklerin yalandan ibaretliğini anlar, sadece gönül çeteleme kazılı olan skorlara itibar ederim.)

Kaldı ki golleri, şutları, ödülleri yanı sıra Metin’in insanlığı da dillere destandır. Tribünlerde münferit bir iki serseri eşi Oya’nın adını bağırınca gizlice gözyaşı döktüğü ama daha hırsla oynadığı, uzun yıllar boyunca yalnızca bir kırmızı kart görecek kadar centilmen bir sporcu olduğu, boş çek uzatıp kendisini ezeli rakibe transfer etmek isteyen kabadayıyı “Sevenlere ihanet etmeyelim baba” diye geri çevirdiği, karısının “Ya Galatasaray ya ben” restine alyansını çıkartarak “Ben Galatasaray’la evliyim” diye yanıt verdiği dillerdedir.

Örneğin meşhur hikâyedir; Kral Metin’in yokluğuna alışamayan ve neredeyse “Geri dön” diyerek isyan eden taraftarlara hitaben üstad Nemci TANYOLAÇ “Krallar palyaço olmaz” başlıklı bir yazı yazar. Kral Metin’e bu yazı sorulur. Metin ise soranı “Necmi ağabey doğru demiş, krallar palyaço olmaz, benden palyaço hiç olmaz” diye Kralca cevaplar.

Kafasında Kral tacıyla, camlı çerçeveli olmasına karşın senelerin soldurduğu neredeyse yarım asırlık bir Metin posteri rahmetli dedemin odasında. Bu postere her bakışımda asil bir futbol dehasını, Galatasaraylılık idolüm Metin OKTAY’ı aynı çocuksul duygularımla özlerim.

7 Haziran 1987 tarihinde Galatasaray bana ilk şampiyonluğumu yaşatırken, oynanacak Eskişehirspor maçı öncesinde Kral Metin’i dinleyip heyecandan ağlamıştım. Daha maç oynanmadan ekranlardan sıcacık gülümsemesiyle “Hayırlı olsun” demişti tüm camiaya. Galatasaray 14 yıllık bekleyişin ardından nihayet şampiyon olmuş, akabinde o sezonun gol kralı Tanju’yu Samsunspor’dan transfer etmiştik. Tanju da bir kraldır, ayrı bir yazıyı hak etmektedir. Fakat aralarındaki fark Roma İmparatoru ile Patagonya Hükümdarı kadar kadar büyük.

Çünkü Metin gibisi hakikaten gelmedi, gelmez. Türk futbolundaki en büyük Kral O’dur ve her daim öyle kalacaktır.

Yaşım ilerledi. Kral Metin, rahmetli dedem ve pek çok Galatasaraylı sonsuzluğa karıştı. Antalya’dan ayrılmıştım, Antalyaspor’un alt yapısındaki başarısız futbolculuk serüvenime veda edip fakültenin yolunu tutmuştum. Üniversite tercihlerimde sadece İstanbul’u seçmiştim. Ali Sami Yen İstanbul’da olduğu için. Sıla hasreti çektim, aşık oldum, siyasetle uğraştım, parasız kalıp çeşitli işlerde çalıştım, sarhoş oldum, hukuk fakültesinin dersleriyle boğuştum. Fakat hemen her 15 günde bir Ali Sami Yen’e, mabedimize muhakkak koştum.

İstanbul’da çok değerli Galatsaraylılar’la sarı kırmızı paydada buluştum, çok özel sohbetler, anılar biriktirdim. Bir bölümü Kral Metin’e ilişkindir. 2 yıl kadar çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi’nde tanıştığım Nuri KURTCEBE ağabeyimi yani Kral Metin’in manevi oğlunu tanıma mutluluğuna eriştim. Nuri KURTCEBE’nin yüreğinden damıttığı çizgileri ve sözleriyle Kral Metin’i yad ettim. Sunay AKIN’dan Metin OKTAY’ı dinledim. Cemal SÜREYA’nın satırlarından Metin’in önemini bir kez daha öğrendim ve Fenerbahçe stadındaki “şemsiye”ye gülümsedim. Ki Cemal SÜREYA idi “Metin Oktay'ın yaşamı futbolculuğundan çok öte bir insanlık dersidir... Bugünün kirli toplumuna ve gurur duydukları(!) kirli siyasilerine, bu tertemiz, insan kalpli insanın yaşamını başucu kitabı yapmalarını, hatta okullarda zorunlu insanlık dersi olarak okutmalarını tavsiye ederim..." diye yazan büyük şair.

Güçlü ve atletik fiziği, kusursuz tekniği ve oyun zekâsı, benzersiz gol becerisi üstün bir kişilik ile birleşince Kral Metin Galatasaray’ın sembol ismi haline gelmiştir. Bugün Florya'da yer alan dünyanın en büyük spor klüplerininkiyle aynı standartlarda olan Galatasaray Metin Oktay Tesisleri ayarında bir ortamda idman yapma hattâ futbol oynama olanağını hiçbir zaman bulamadan Galatasaray ve Türk Spor Tarihi'ne geçmiştir.

1958 – 1970 yılları arasında binlerce Galatasaraylı babadan doğan çocuğun adı Kral’ın sayesinde Metin’dir. Kral Metin’i, arşivlik bir düzine kadar golü dışında izleyememiş fakat kendini bildi bileli Metin OKTAY hayranı olan bir Galatasaray taraftarı olarak, kendisi hakkında yazmak belki de haddime değil. Fakat anmak, anlatmak istedim. Kral Metin sen bir tanesin. Nesillerimizce büyüyecek özlemin…

“Taçsız kral Metin OKTAY

Tek aşkıydı Galatasaray

Senin gibi Cimbomlu’yu

Unutur mu bu taraftar?”

14 Mayıs 2010 Cuma

GODOT'YU BEKLEMEK...

Godot’yu Beklerken’i ilk kez, ortaokuldan liseye geçtiğim yaz okumuştum. Kitabı, nefes aldırmayan bir Temmuz sıcağında, Antalya’daki evimizin balkonunda bitirdiğimi anımsıyorum. Karmakarışık aklımda o cehennem sıcağıyla birleşen şiddetli bir fırtına kopmuştu. Nesneler sararırken gözlerim kararmıştı. Yıllar sonra, Bay Godot’nun gelmeyişiyle yeniden karşılaşacaktım. Beckett’ın çocukluğumun sonlarına yaptığı eşek şakasını, usum ve yalnızlığımda, gençliğime taşıyacaktım...

Hukuk Fakültesi’nden mezun olunca frapan bir kadına benzeyen İstanbul’dan ayrılıp, Ankara’ya yerleşmiştim. Yazıdan umudu kestiğim, sancılı zamanlardı. Başkentte, yüksek maaşlı ama gece yarılarına kadar çalışmayı gerektiren bir memuriyeti seçmiştim. Bay Godot ile işte asıl Ankara’da tanıştım... Ankara Sanat Tiyatrosu’ndaki 2003 yılı galasında.

Didi (Vladamir) ve Gogo (Estragon) adlı hırpani giyimli iki genç adam gözlerimin önünde Bay Godot’yu beklemişlerdi. Bir tiyatro metnine ve yaşamın biteviye akışına sığmayacak kadar delice bir bekleyişti bu. Didi ve Gogo, kavga ediyorlar, yoksullukla boğuşuyorlar, sefil bir kuklaya dönmüş bir uşak ve gaddar efendisiyle karşılaşıyorlar; efendiden kemik, uşaktan eğlence dileniyorlar, intiharı ve birbirlerinden ayrılmayı düşünüp, yine de ısrarla Bay Godot’yu bekliyorlardı. Ne birbirlerinden ayrılabilecek dermanları vardı, ne de Bay Godot’nun geleceği...

Pozzo adlı zalim efendi kör oluyor, mevsimler değişiyor, fakat sinir bozucu, acınası bekleyiş bir türlü sona ermiyordu. İki perdelik bu oyunda, bekleyenlerin tükenişi ayyuka çıkarken, bir çocuk sahneye dalıyor ve Bay Godot’nun “yarın geleceğini” muştulayıp kayboluyordu. Çocuk’un anlattığına göre, kendisi Bay Godot’nun hizmetinde çalışıyordu. Patronu Godot, Didi ve Gogo’ya beklemeye devam etmelerini öğütlemişti. Didi ve Gogo, sorguladıkları Çocuk’a önce öfkeleniyorlardı. Fakat en sonunda, sorularını çoğunlukla “Bilmiyorum Bayım” diye yanıtlayan ketum ufaklığın arkasından çaresizce bakakalıyorlar, Godot’nun öğüdüne itaat ediyorlardı. Oyunun finalinde ise Didi dayanamayıp, arkadaşına “Gidelim mi?” diye soruyordu. Gogo, “Evet, gidelim” diye yanıtlasa da bir yere kıpırdayamıyorlardı. Nihayet bu çıkışsız bekleyişlerine son perde kapanıyordu.

Kuşkusuz, özetlenebilecek bir oyun değildi Godot’yu Beklemek. Anlamlar ve anlamsızlıklarla yüklüydü. Oyun bittiğinde kesinlikle sarsılmıştım. Absürt tiyatronun beni allak bullak eden bu görkemli yapıtı, yarım yüzyıl boyunca tartışılmıştı. Oyuncuların şapkalarından, en açık tiratlarına kadar, oyun defalarca didik didik edilmişti. Kapalı anlamları ve simgeleri defalarca sorgulanmıştı. Elbette Beckett’a da Godot’nun kim olduğunu yahut neyi simgelediğini defalarca sormuşlardı. Beckett’ın, bu soruların yanıtını bilmediğini söylediği bir röportajını okumuştum ve hiç şaşırmamıştım.

Godot’nun ve bekleyişin bana çağrıştırdıkları, tam olarak neydi? Söz konusu beklemek, nasıl bir belkelemekti? Bay Godot nasıl bir adamdı ki çıkışsız insanları bekletmek için bir çocuğu kullanmıştı? Yoksa asıl, çocuğun hattâ bekleyenlerin Bay Godot’yu kullanmaları mı söz konusuydu? “Bilmiyorum bayım”...

* * *

Bazen beklemek, yaşamı ertelemekten başka şey değildir. Ve çoğu zaman, beklemek yahut ertelemek, zamanla işbirliğine girilen bir öz ihanet biçimidir. “Çocukları bir evlendirsek” dersiniz yahut “Şu arabanın taksitleri hele bir bitsin” diye iç geçirirsiniz. Edindikleriniz ve umduklarınız, düpedüz eksilişinizdir artık. Örneğin “Askerliği bir başınızdan savsanız”, sözüm ona sizi kimse tutamaz, iş de kurarsınız, sıcak bir yuva ve “sağlam” bir gelecek de... Erken seçim bir yapılıp, o desteklemediğiniz parti bir iktidardan düşse; nasıl da düzelecektir çoğu şey... Oysa Bay Godot, kim bilir hangi hiçin sislerinden, siz O’nu beklediğinizin farkında bile değilken, size göz kırpıp sinsice gülümsüyordur olmayan dudaklarıyla...

Bay Godot, basiretsiz insanlar sayesinde; bazen Pazartesi başlayan yeni işgünü, bazen bir yıldönümü, bazen de yeni yılın ilk sabahı kılığına giriverir. Ve sadece beklenir. Kötü bir alışkanlıktan kurtulmak, hayırlı bir işe koyulmak yahut birisine inanılmayacak kadar değerli bir jest yapmak için... Dönüşüp anlamlarını yitiren takvimlerin, uyduruk maskeleri düştüğünde; güçsüz insanların onları aslında Godot kılığına soktuğu yine de anlaşılmaz.

Bir çaresizlik nöbetinde, aczini hep kınadığınız kıvranan, zavallı insan siz olursunuz. Bin bir sıkıntıyla bitmek bilmez borçlarını ödediği kredi kartlarını kıran, yahut sayısız içsel depremin ardından giden sevgilisinin fotoğraflarını tek tek yakan öfkeli insan, siz oluverirsiniz...

Oysa kendinizi güçlü sandığınız beyhude zamanlarda nasıl da küstahça küçümserdiniz, oyunu kurallarına uymadan oynamaya çalışanları. Paranız belki de görece mutluluğunuz varken hakir görmek zor değildir. Godot’nun gelmeyeceğini fark edip yeniden beklemeye ikna olana kadar, acınası bir yalnızlıkla ve ilkel tepkilerle olan biteni unutmaya çalışırsınız.

Bay Godot’un amansız beklenişi, çoğu insana gizlice emreder: “Tüket ve iste! Her şey düzelecek...” diye. Yoksulluğun yahut aşkın, meşakkatli ve bilgece yakan, demirden kurallarını öğrenemeyince, üç günlük dünyaya rezil kepaze olursunuz.

Kendinizin olmayanı harcamaya çalışmak, gerektiğince sevip sevilememek hep aynı çıldırtan erteleyiş değil midir? Ne olur “Çağımızda gerektiğince sevip sevilmek nasıl olabilir?” diye sormayın. Bu zehri, hissederiz fakat asla anlatamayız. Ne ben size, ne de siz bana... Fakat Arik Kaplun adında İsrailli bir rejisör, o şiirsel kareleriyle bir filminde biraz olsun anlatabilmiş. O filmde, bir Ortadoğu şehrindeki sirenler nükleer tehlike için çalıyorken; İsrailli bir oğlanla Rus bir kız sevişiyorlardı. Ve suratlarında gaz maskeleri vardı. Sevişebilmek için; barışı, İsrail’in insafa gelmesini yahut Arafat’ı dinlemeyen Arap fanatiklerin bombalı eylemlerini sona erdirmesini beklemiyorlardı. Ölümü bile göze alan bir cesaretle, Bay Godot’ya ve geleceklerine boş veriyorlardı.

Godot’nun beklenemeyeceği zamanlar ve beklemeyenler de az değildir şükürler olsun... Bir barikatın arkasında, yüksek bir düşünce uğruna vuruşurken Godot’yu bekleyemezsiniz. Cümbüş ve keman sesleriyle şenlenen, serin bir bahar rüzgarının estiği, portakal çiçeği ve anason kokan bir bahçede; eşin dostun arasında çocukça eşlik edilen hafif sarhoş şarkılar, çok uzaktır Bay Godot’ya ve kahrolası bekleyişe. Yerle yeksan bir yalnızlıktan; hınç, insanlık onuru ve yaratma dürtüsüyle doğrulmaya çabalayanlar, Godot’nun gelmeyişini akıllarına bile getiremezler, çünkü O’nu beklemeyi bilmezler.

Kapitalizmin yahut sevgilinin kusurlarından, acımasızlığından sızlanmak bir işe yaramaz Godot’yu beklemekten vazgeçmeyenler için. Dünyanın tüm eziyetli kurallarını değiştirmeye cesareti olmayanlar, genellikle farkına varmazlar sadece beklediklerinin. Oysa zavallı Didi’nin ve Gogo’nun aptallıklarına hüzünlenip, gelmeyecek bir adamı “Neden halâ beklediklerine” ukalaca şaşkınlık duymak gerçekten kolay iştir.

Asla yazdığınız kadar parlak olmayan özgeçmişinizi gönderip, yanıtını yahut Godot’yu beklemek bir birinden ne kadar farklıdır? Terk yahut reddedilen aşıkların kimseye, çoğu zaman kendilerine dahi itiraf etmeden kutsal bir işareti gözlercesine bekledikleri o acımasız sevgili midir? Yoksa Bay Godot’nun ta kendisi mi?

Ellerinde piyango bileti on milyonlarca çulsuz, hafta sonu yapılacak çekiliş sonuçlarını yani Godot’yu bekliyor takvimler ilerlerken... Lotarya çekilişinden sonra Çocuk sahneye dalıp, “Bay Godot yarın mutlaka gelecek” diye mırıldanıyor Didi ve Gogo’ya... Didi’yle Gogo önce öfkeleniyorlar, sövüp sayıyorlar durmaksızın. Sıkıntının, buhranın cenderelerinde günler ölürken, Çocuk’a inanıp, teslim oluyorlar çaresizce. Yeni bir bilet alıp, yeni hafta sonunun yeni çekilişine güdümleniyorlar.

Hangi hafta sonu yahut hangi sevgili yeni; ne kadar düşündünüz? Hangi iş, hangi şehir? Godot’nun beklenince geldiği nerede görülmüş? Düpedüz; uyanılamayan bulanık bir düş... Bekleyecekseniz bile, beklerken düşününüz...

Godot’yu Beklerken oyunu, bir cinnet anlatısı ve eylemsizlik destanıdır. Gogo, çok kısa bir süre sonra tekrar karşılaştığı, ne kırbaçlı despot Pozzo’yu anımsar, ne insan müsvettesi uşak Lucky’yi, ne de haberci Çocuk’u... Didi, bunları belli belirsiz anımsar, ama tam çıkaramaz. Yeniden karşılaşılan karakterler de Didi’yle Gogo’yu asla anımsamazlar. Oyun boyunca tümden bilinci yitmemiş, bir şuursuzluk sürer gider... Tüm cinnet, öykünün de kişilerin de zamanda kaybolduğu bir fasit dairede anlatılır.

Ben, Bay Godot’la asıl Ankara Sanat Tiyatrosu’nda tanışmıştım. Ayaz bir başkent akşamıydı. O’nun gelmeyişini görmeye giderken, rüzgar ve yalnızlığım yüzümü acıtıyordu. Yüksek maaşlı ama beni tüketen bir memuriyette çalışıyordum. Yazıdan umudumu kestiğim sancılı zamanlardı...

Godot’nun beklenemeyeceği zamanlar ve beklemeyenler de az değildir şükürler olsun...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

EMEKLİ KOMŞULARLA BALIK AVI











Sabahın üçüydü. Tekirova açıklarına demirlemiş küçük teknede beş kişiydik. Mobilya Süleyman, Paşa Hilmi, Boksör İlhan, Laz Lütfü ve ben. Fiber tekne Paşa Hilmi’nindi. Beş buçuk metrelik, kıçtan motorlu bir kayık irisi...

Akülü ışıldağımızla birkaç saat önce avlanmaya başlamıştık. Yağmur ertesi, aylı gecelerin durgun denizlerinde avlanmak en iyisiydi. Fakat o gece ay görünmüyordu. Biz de kolyos tutabilmek için ışıldak kullanıyorduk.

Laz Lütfü’nün her defasında söylediğine göre balıklar ışığa toplanırdı. Lütfü; neşeli, ukalâ, tez öfkelenip tez yatışan ve palavrayı seven bir müteahhit eskisiydi. Boksör eskisi İlhan Amca ise ukalâ Laz’ın söylediklerini çürütmeye bayılır, O’na sık sık Hacivatlık yapardı.

Örneğin daha denize açılırken aslında kolyosun ışığa gelmediğini uzun uzun anlatmıştı. Boksör İlhan, yakamoz denen deniz büyüsünün sudaki ay ışığı yansıması olmadığından bahsetmişti. Anlattığına göre yakamozlar dokunulunca ışıyan, sudaki mikro biyolojik canlıların birikmesiydi. Teknelerin ya da dalgaların bu canlılara teması elbette aysız gecelerde daha fazla belirginleşirdi. Fakat İlhan, balık avında asıl hesap edilmesi gerekenin denizin dibine uzanan sıra sıra misinalarımızın ışıttığı, bizim yüzeyden fark edemediğimiz yakamozlar olduğunu söylüyordu. Kolyos balığı bunları fark edip ürkermiş... İlhan Amca’nın fikrince, lambamızla aşağıya güçlü bir ışık yayarak dipteki misinaları belirginleştiren yakamozları dağıtıyorduk.

Sonuçta benim için dipteki ışığın esbab – ı mucibesi önem taşımıyordu. Birkaç saat içerisinde buz kovamı iki kiloya yakın balıkla doldurmuştum. Bir kilo kadar kolyos, üç beş barbun, biraz da mercan... Asıl önemlisi, tümü babamın arkadaşı olan bu adamlarla balığa çıkmayı seviyordum.

Teknenin en arkasında oturan Hilmi Amca’nın “Paşa”lığı, emekli jandarma başçavuşluğundan geliyordu. Teknenin ortasındaki köprünün sol ucuna yerleşmiştim. Köprünün sağında mobilyacı Süleyman Amca vardı ve teknenin burnunu Boksör İlhan’la Laz Lütfü bölüşmüşlerdi.

Baharın ilk demleri sürerken, gece yarılarında açılmanın verdiği zevk eşsizdi. Motorun pat patlarıyla, fokurdayan köpükler saçarak koyu derinliklere ilerlemek... Ilık bir rüzgârla ürperip, ruhumu denizin serinliğinde durulamak tarifsizdi. Teknedeki lambaya karşın son derece karanlık ama yine de parlak, ucu görünmeyen sulara yol almak... Bu anda hissedilen belirsiz korkunun lezzetini, yalnızca tadan bilirdi.

Henüz her şey olması gerektiği gibiydi. Laz Lütfü balıklara sövüyor, Boksör İlhan da Lütfü’ye gıcık veriyordu. Paşa Hilmi bir saat önce her nasılsa oltasına takılan şaşkın palamutu ikide bir havaya kaldırıyor “Hey yavrum hey!” diyerek bize doğru sallıyordu. Ara sıra da Süleyman Amca’ya elini uzatıp “Öp ustanın elini!” diyordu. Mobilya Süleyman ise hiçbir seferinde istifini bozmadan, otomatik bir işaretle her defasında pantolonunun fermuarını gösteriyordu: “Ver öpsün...”

Süleyman Amca mobilyacılığı bırakıp atölye irisi küçük fabrikasını ve mağazalarını tasfiye edeli beş yıl oluyordu. Vaktiyle Antalya’nın en namlı akşamcılarındandı. Kendisini emekliye ayırmadan önce yat limanındaki bir restoranda alkolü taammüden bırakmıştı. Bir jübile yemeği düzenlemiş, fasıl ve dost – ahbap eşliğinde 45 yıl aralıksız fakat asla sapıtmadan içtiği Altınbaş rakısına veda etmişti. Orjinal adamdı.

Ömrü denizde ve amatör balıkçılıkla geçmişti ama yüzme bilmezdi. Rakıyı bıraktığından beri tek vakti kazaya bırakmadan namazını kılardı. Fakat cami dönüşünde birine rastlasa ve “Allah kabul etsin Süleyman Abi” lâfını duysa derhal terslerdi: “Daha mı kabul etmesin ulan! Namaz kılmaktan eskidik be!”. Sonra da önce kafasını ardından kaşlarını samimi bir mahcubiyetle hafifçe yukarı uzatıp “Tövbe estağfurullah” diye iç geçirirdi.

Mobilya Süleyman her daim gran tuvalet giyinirdi, kravatsız dolaşmazdı. Galatasaray penaltı atarken heyecandan televizyona bakamaz, gol olursa torununun bayrağını kapıp evin içinde sarı kırmızı bayrakla turalardı. İçimizdeki en usta balıkçı O’ydu.

Laz Lütfü balıklara yedirdiği yemleri, beşli bağladığı oltasında tazelerken bilmem kaçıncı defa sordu: “İlhanım senin oltalar da kırklıktı. Öyle mi abem?” Boksör İlhan, Hazreti Eyüp sabrıyla ve aynı sükunetiyle yine yanıtladı.

- Kırklık abi.

- İğneler de dokuzluk mu İlhanım?

- Evet abi...

Deli Laz, sanki suçlu Boksör İlhan’mış gibi nihayet bar bar bağırmaya başlamıştı.

- Bu anasını siktiğimin balıkları benim oltaya niye gelmiyolar İlhanım?

- Sövme abi mübareğe. Spor yapıyoruz, dinleniyoruz şurda.

- Yok, yok... Oltanın ucunda Lütfü yazıyo şerefsizim. Okuyup gelmiyo ibneler.

Laz Lütfü yılların müteahhitiydi. Çoğu meslektaşı gibi amelelikten gelse de aslında zengin çocuğuydu. Babası Baki Bey’in de zamanında ünlü bir müteahhit olduğu söylenirdi. Rahmetli, Lütfü’nün okumayacağını anlayınca oğlunu önce ayakçı, sonra sıvacı nihayet de dört başı mamur bir kalıpçı ustası olarak yetiştirmişti. Daha ölmeden önce de Lütfü’yle Lütfü’nün büyük biraderi Ömer’e tüm işlerini ve azımsanmayacak bir serveti emanet etmişti. Anlatılanlara bakılırsa işler yıllar yılı tıkır tıkır yürümüştü. Ta ki Lütfü politikacılığa heves edene dek... Asla kazanılamayan ilçe belediye başkanı adaylıkları, her dönem “Bu sefer Allah’ın izniyle bu iş tamam” denilerek kolların sıvandığı milletvekili aday adaylıkları, delege yemekleri, kampanyalar Lütfü’yü epey bitirmişti.

Bahtsız adamdı Laz Lütfü. Lütfü seçilecek sıradan listeye girse, tuttuğu parti Antalya’da iyi oy almasına karşın ülke barajına takılırdı. Lütfü parti değiştirir, yüklü bağışlar pahasına genel merkezden il başkanlığı sözü alırdı. Bu sefer Lütfü’nün yeni partisinde olağanüstü kongre yapılıp, Lütfü’nün anlaştığı lider al aşağı edilirdi. Rakiplerinin adayı yeni genel başkan seçilince de Lütfü ne kadar dövünse milletvekilliğine giden en kestirme yol olan il başkanlığı suya düşerdi.

Onlarca yıldır, Lütfü’nün ne siyasi rakipleri, ne siyasi cesareti, ne inadı ne de parası tümüyle tükenmişti. Sonunda paraların suyunu çekmesine yakın, biraderi Ömer Amca duruma el koyup, Laz Lütfü’ye hem politikayı hem ticareti yasaklamıştı. Bu sayede Lütfü bizlere balık yareni olabilmişti.

Balık iyice vuruyordu ve daha sabaha çok vardı. Dörder beşer çekiyorduk. Lütfü’nün bile kısmeti açılmıştı, keyfi yerine gelmişti. Teknede, misinası karışan ya ayıklıyor ya yedeğini bağlıyor, herkes harıl harıl yem takıp olta sallıyor, takım topluyordu. Bereketli bir geceydi.

Kimse birbirine lâf yetiştiremez olmuştu. Telâşe sürerken, Üç Adalar tarafından belli belirsiz bir motor sesiyle cılız bir ışığın yaklaştığını fark ettim. İhtiyarların, sanki dünya yansa görecekleri yoktu. Işık ve motor sesi artınca Boksör İlhan da alargadan gelen olduğunu anlayıp, başını Üç Adalar yönüne çevirmişti.

Motor sesi iyice fazlalaştı. Fakat gelenin güçsüz ışığı henüz ne olduğunu anlamamıza yetmiyordu. Mobilya Süleyman, Paşa Hilmi ve Laz Lütfü de işi gücü bırakıp, engin ıssızlıkta bize yaklaşana dikkat kesildiler.

Paşa Hilmi; “Sahil koruma olmasın İlhan?” diye sordu. Boksör İlhan kaşlarını çattı, gözlüklerini düzeltti. İlhan Amca’dan çıt çıkmamıştı. Beklemeye koyulduk.

* * *

Çok tamir gördüğü belli olan döküntü bir Zodyak, dibimize sokulmuştu. Koyun, Finike yönündeki çıkışındaydık. Bot, bomboş denizde tuhaf ki yerleşmek için bizim demirlediğimiz yeri seçmişti. Botta iki kişiydiler. Az ötemizde durdular. Bir şey sormak ya da istemek için gelmedikleri belliydi.

Şaşkınlığımız iyice büyürken bottaki at hırsızı kılıklı iki genç, piknik tüpüne bağladıkları lüks lambasını açıp, çoktan oltalarını çıkarmışlardı. Adamlar selam dâhi vermeden av hazırlığına dalmışlardı. Bizim tekneden ise sahil korumaya çatmamanın rehavetiyle hoşnutsuz homurtular yükselmeye başlamıştı.

Homurtu faslı kısa sürdü. Paşa Hilmi ve Laz Lütfü meydan okuyan sataşmalar peşrevine geçmişlerdi bile. Adamların duyabileceği tondan sövgüler, kınamalar gırlaydı... Ben birazcık tanıyorsam Laz Lütfü bu kadarıyla yetinmez, patavatsızlıkta grubun önderliğini kimseye bırakmazdı.

Lütfü Amca elbette beni şaşırtmadı. Adamlara haykırıyordu.

- Yeğenim, Allah’ın deryasında yer mi bulamadınız lan? Yürüyün gidin, balığımızı kaçırmayın!

Adamlar Laz Lütfü’ye aldırmamıştı. Tam o esnada boş olta çekince Laz’ın öfkesi iyice kabardı.

- Lan deyyuslar, başımı derde sokmayın! Basın gidin, haydin!

Boksör İlhan de lâfa karıştı: “Evladım az öteye gidin bari.”

Bottakilerin sarışın ve daha çelimsiz olanı yanıtladı.

- Güzel abim, bir iki saate zaten dönücez biz. Deniz patlarsa şurdan içeri kaçarız be abi... Azıcık atsak, ne var yani?

Paşa Hilmi, “Öteye gitseler de ışıklarına bizim balıklar kaçar” diye Laz Lütfü’yü fişekledi. Laz, ilkin sakin sakin mırıldandı: “Hee, öteye de kaçar bizim balıklar...”. Sonra heriflere doğru kükredi.

- Oğlum öteye dursanız da olmaz. En iyisi siz siktir olun gidin!

Bottakilerden gene sarışın olanı konuştu.

- Abi ayıp oluyo ama. Küfretmeyin, yaşlı başlı adamlarsınız.

Laz Lütfü iyice dellenip teknenin burnunda doğrularak adamlara yöneldi.

- Sikerim senin yaşlı ebeni, pezevenk! Yürüyün da!

Sarı, pek bir dilliydi. Laz Hüsnü’yle kakışmayı bırakacağa benzemiyordu.

- Amca küfürlü konuşma. Adamı dinden imandan çıkarma!

Laz’ı yalnız bırakmak olmazdı. Boksör İlhan da bağırdı.

- Yürüyün gidin ulan. Tehdit mi ediyorsunuz pezevenkler?

Mobilya Süleyman, müdahâle etmekte gecikmedi. “İlhan, Hüsnü! Oturun oğlum, ayıptır” dese de kimse pek önemsemiyordu. Hattâ Paşa Hilmi de ayaklanmıştı. Laz Lütfü ve Hilmi Amca küreklerden birini birlikte kaldırdılar.

Süleyman Amca “Bırakın oğlum küreği” diyerek Hilmi Amca’nın koluna yapıştı. Laz Lütfü bir yandan Mobilya Süleyman’ı adamlara vurmayacaklarına ikna etmeye çabalıyor, öbür yandan adamlara sövüyordu. Halâ dibimizden aralaşmayan botun içindekilerse, alık alık bize bakıyorlardı.

Laz Lütfü, Paşa Hilmi’nin ve Mobilya Süleyman’ın elinden kurtardığı kürekle adamların botunu ittirdi. Bot hafifçe, az öteye kayıvermişti. Adamların buna itiraz etmesine sinirlenen Laz, küreği bu sefer bota bir metre paralel yükseklikte, insana pek zarar vermeyecek bir ayarda sallayıverdi. Kürek bottaki lambayı kırmıştı. Adamlar bağrışmaya başladılar.

- Amca manyak mısın sen ya?

- Ulan Amca, yakacan mı bizi, karanlıkta nasıl dönücez?

Laz Lütfü keyifle gevrek gevrek gülüyordu. Gençleri paylamayı da ihmal etmedi.

- Sikerim amcanızı. Haydin varıp gidin yeğenim...

Mobilya Süleyman gerçekten çok sinirlenmişti.

- Bak şu Laz’ın yediği boka... “Ha Laz, ha kaz” diye boşa söylememişler. Oğlum deli misin?

- Kalbimi kırıyorsun ama Süleyman Abi!

- Kalbini sikiyim Lütfücüğüm...

Adamlar dokuz dokuzluk motorlarını çalıştırıp, geldikleri yöne uzaklaştılar. Uzaklaştıkça bize doğru daha bağırtılı küfrediyorlardı. En fazla sövenimiz Laz Lütfü olmak üzere, Mobilya Süleyman hariç biz de onlara sövüyorduk. İyice uzaklaştıklarında, yeniden asli uğraşımıza yani balık tutma hazırlıklarına döndük.

“Oltaları da dolandırdık. Puştları dövseydik keşke” dedi Hilmi Amca. Paşa Hilmi genç yaşta emekli olmuştu. Dedikodulara göre, jandarma başçavuşluğundan emekli edilmesi bir takım yolsuzluklara bulaşmasıyla ilgiliydi. Pek iftihar ettiği üzere inanılmayacak derecede Charles Branson’a benzerdi. Büyük bir kırtasiye mağazasının sahibiydi. Resim ve el sanatları malzemeleri satıyordu. Anasını boyayıp babasına kakalayacak cinsten cin bir tacirdi.

Balık işinden de az buçuk yolunu bulurdu. Yeme ve mazota harcadığı paraların hesabını bir güzel şişirir ekibe öyle bölüştürürdü. Kendisi cebinden on para harcamadığı gibi her hafta üç beş kuruş kâra bile geçerdi. Teknede fazla konuşmayı sevmezdi. Çok olsa ara sıra türkü çığırırarak, Mobilya Süleyman ya da Laz Lütfü tarafından bed sesi susturulana dek av arkadaşlarına bir miktar zulmederdi.

Teknedekiler yaşanan olayın muhakemesini yapıyordu ki hararetli durum değerlendirmelerini fırsat bilen Paşa Hilmi bir uzun havaya maalesef başlamıştı bile. Fakat Mobilya Süleyman anında sesini yükseltti.

- Sus diye yalvaralım mı Hilmi? Niye uğraştırdın Lütfü’yü? Türküyü adamlar gelince söyleseydin ya birader... Anında kaçarlardı.

Hilmi Amca ofun sofun sustu. Bizse bir iki gülüştükten sonra, konuyla ilgili tartışmamıza geri döndük. Adamların nereden gelmiş olabileceklerine kafa yoruldu. Lütfü’ye göre, giderken bize sövdükleri için arkalarından yetişip dövsek daha şık olacaktı. Yine de sonuçtan hoşnuttuk. Mobilya Süleyman’ın nihayet bizi de paylaması için çok geçmedi.

- Siz de susun! Şunlara bak... Sanki Preveze harbini kazandılar...

Emir büyük yerden gelmişti. Sesimizi kestik.

Balık hâla iyi vuruyordu. İyot kokan, dalgasız denizin koynundaydık. Pür dikkat avlanıyorduk. Daha on – onbeş dakika geçmeden, asıl curcunanın henüz başlamadığını anlayacaktık.

* * *

Boksör İlhan usturuplu bir çömelmeyle işediği sidik tasını denize dökerken motor sesini işittik. Kesik kesik gürleyen, yankılı bir makine uğultusu, teknemizi sallayan dalgalarla birlikte geliyordu. Kalabalık ışıklı, dev bir trol gemisinin bize doğru yaklaştığını gördük.

Koca geminin, dalaştığımız adamlarla bir ilgisinin olmadığını umuyordum. “Deminkiler bu gemiden olmasın?” diye sordum. Boksör İlhan henüz işin mavrasındaydı. Sırıtarak, “İnşallah... Lütfü Abi’yi verip kurtuluruz” dedi. Laz Lütfü’nün ise beti benzi atmıştı.

Gemi karanlıkta üzerimize üzerimize dalgalarını çoğaltarak yürüdükçe, teknemiz ayran yayığı gibi sallanıyordu. Öteye beriye yerleştirdiğimiz termoslar, şişeler ve lambamız neredeyse devrileceklerdi. Gemi 40 – 50 metre kadar uzağımıza yaklaştığında, az önce hırlaştığımız sarışın adamı tanıdım. Trol gemisinin baş kasara küpeştesine yaslanmış dikeliyordu. Eliyle yanındakilere bizi gösterirken kim bilir neler anlatıyordu?

Mobilya Süleyman elindeki su şişesini ağzına dikiverdi. “Allah cezanı versin Lütfü” dedi. Birazcık duraksayıp, “Verecek zaten...” diye tamamladı. Hepimizi bir korku almıştı. Tek söz edenimiz yoktu. Bu demir yığını balık canavarı iyice yaklaşınca olabilecekleri kara kara düşünüyorduk.

Geminin sırf baş kasarasında 10 – 15 adam seçiliyordu. Güvertenin göremediğimiz kısımlarında ve kamaralarda acaba kaç kişi daha vardı? Hepsi de birbirinden beter kaygılarla yüklü sayısız tasa aklıma üşüşüyordu. Bu mevsim trol avı yasaktı. Adamlar trolcüydüler. Yani muhtemelen yasa dışı, belalı heriflerdi. İçlerinde esrarkeş psikopatlar bulunabilirdi.

Böylesi gemi adamları, bir tatsızlık çıktı mı tayfalarından özür diletmek ya da uygarca konuşmak için demir almazlardı. İki olasılık beliriyordu. Ya bizi bir temiz sopalayacaklardı ki; bu inşallah daha olasıydı... Ya da teknemizi batıracaklardı... Kaptanları, biraz özenirse uygun bir çatmayla teknemizi batırmadan bile sıçanlar gibi denize dökülmemizi sağlayabilirdi. Yüzme bilmeyen ve olayların bu yönde gelişmemesi için elinden geleni yapan Mobilya Süleyman başta gelmek üzere, birileri ölebilirdi. Gerçi bizi suya dökerlerse simit ya da şamandıra atabilirlerdi ama sağa sola kafasını çarpan olursa, yine de bir facia yaşanabilirdi.

Gemi, iskele alabanda devinmeye başlayınca biraz olsun rahatladım. Adamların niyeti bence ortaya çıkmıştı. Kanımca tayfanın bir bölümünü teknemize indirip bizi döveceklerdi. Çünkü çarpmak için baştan borda dokunmak daha kolay olurdu. Üstelik bizi dövecek tayfaya iskele verebilmek için de yan dönüp yanaşmaları uygundu. Bağrışmalarını, kahkahalarını ve ana avrat küfürlerini duyuyorduk. Salıncak gibi kaykılan teknede, beşimizin de yüzü kireçleşmişti. Trol gemisi, ağır aborda sokuluyordu. Üzerimize yavaş yavaş gelmeleri, tepeden bakan ürkütücü bir gücü dayatıyordu. Oysa ne olacaksa olsundu bir an önce...

Paşa Hilmi, “Emanet de arabada kaldı” diye hayıflandı. Mobilya Süleyman hâlen mantığı elden bırakmamaya çabalıyordu.

- Adamlar boş mudur sanki Hilmi? Silah gösterip bizi öldürtecek miydin ulan?

Gemi iki – üç metre yakınımıza bir güzel yanaştı. Dev motorun kulaklarımızda patlayan gür gürleri önce tekleyip ağırlaştı. Sonra trolün motoru tümden sustu. Koca geminin aciz ve yeni indirilmiş filikasında gibiydik. Hem ön hem arka makaralardan şakırdayan zincirleriyle çıpalarını suya salıyorlardı.

Ürkek gözlerle adamları süzüyorduk. İskeleleri teknemize uzanmak üzereydi. Suçüstü yakalanmış haylaz bir çocuğa benzeyen Lütfü’nün çatık kaşları, alnına doğru usulca kalkmıştı. Bu aynı Lütfü müydü, sövüp saydığı gençlere yarım saat önce umacı kesilen? Yaşlı ve haylaz çocuk, sanki babasının kaçınılmaz şamarına hazırlanıyordu.

* * *


Küpeşteden bordaya sarkan haydut tipli heriflerin arasında deri yelekli, kirli sakallı biri dikelirken, bu deri yeleklinin iki yanında en az bir düzine adam bize dayak atmak için can atarcasına komut bekliyordu. Tepemizde reisleri gibi duran deri yelekli adam girizgaha gerek duymadan zılgıta başladı.

- Ne yapalım ulan sizi?

“Birader beş kişiye bu kadar adam, ayıp değil mi?” demek tam yavuz hırsızlık etmek olurdu, adamlar iyice zıvanadan çıkabilirlerdi. Demin biz de hepi topu iki kişiye yüklenmiş, adamları dövmekten beter etmiştik.

Reisleri, “Dilinizi mi yuttunuz godoşlar?” diye zeybeklendi. Trol tayfası gülünç bir tiyatroyu izler gibi çaresizliğimizle eğleniyor, türlü lâflarla sataşıp, meşrebince maytap geçiyordu. Sarışın genç, “Hamdi abi, şu hasır şapkalı amcayı ayrı tut!” dedi reislerine. “O bey amca bunları engellemeye çalıştı, çok efendi adammış...” Sarışın genç, minnettar bir tavırla Mobilya Süleyman’ı işaret ediyordu.

Dayaktan kurtulabilme ihtimalinin gizli sevinci ve erdemli davranıp takdir edilmenin cesaretiyle Mobilya Süleyman ayağa kalktı. İş tatlıya bağlanırsa, bunu başarabilecek tek kişi O gibi görünüyordu. Ekibimizin arabulucusu söze başladı.

- Evladım, gençlerden bu sıpalar adına ben özür dilerim. Kusura bakmayın, cehaletimize verin.

Adamda zerre yumuşama sezilmiyordu.

- Şu arap çocuk benim yeğenimdir Bey Amca. Sarı da yetimdir... Sülalemize bile sövmüşler. Deniz sizin eğlentinizdir, bu çocuklarınsa çilesi, ekmeği. Bu godoşlar ışıklarını bile kırmış çocukların. Karanlıkta bir hâl musallat olabilirdi, hiç mi düşünmediler? Bunların da çoluğu çocuğu yok mu Bey Amca. Fukaraya zulmetmek var mı?

- Uymayın evladım yakışmaz. Şu konuştuğun laflar bile adam olana bir ömürlük nasihattır. Evladım bizler yaşını başını almış, kafası örümcekli adamlarız. Sizler gençsiniz, ileri fikirli olun.

Gemidekilerden biri beni öne sürüp araya lâf karıştırdı.

- Bey Amca bak bu sipsi de genç...

Biz kaygıyla akıbetimize meraklanıyorken adamlar epey keyifleniyor, ağız dolusu gülüyorlardı. Belki gerçekten sopa atma niyetinde bile değildiler.

Gemidekilerin arasında kısa bir hareketlilik yaşandı. Kısacık bir karmaşanın ardından, trol tayfası süt dökmüş kediye dönmüştü nedense... Epey ihtiyar, yün takkeli, bıyıkları tütünden sararmış, ak sakalları uzamış bodur bir adam belirdi önlerinde. Deri yelekli, kirli sakallı ele başı dahil, hepsi saygılı bir çekingenliğe bürünüp, adamın gelişiyle birdenbire pusmuştu. Konuya vaziyet eden tepemizdeki yaşlı adam, kısık ve çatallı sesiyle deri yelekliden mütalâa alıyordu.

- Bu herifler mi Hamdi?

- Evet Emmi.

- İyi ya oğlum, haydin elinizi çabuk tutun.

- Başım üstüne Emmi.

Durum hiç de iç açıcı değildi. Ne demekti “Elinizi çabuk tutun?”. Herifler canımızı mı alacaklardı? İhtiyar, üstümüzde gezdirdiği çipil çipil bakan çakır gözlerini, Boksör İlhan’a sabitledi. Belli belirsiz sırıtıyordu da... Ciddiyetini bozmadan ama müşfik bir tonla bağırdı.

- Gözlüklü, az yanaş bakalım ışığa!

Boksör İlhan yavaşça dineldi. İhtiyara doğru olabildiğince teknenin kıyısına yaklaştı.

- Yeğenim sen Hacı Orhan’ın biraderi İlhan değil min?

- Evet Abi!

Reis’in çehresi anlık bir öfkeye büründü. Zalim bir ifade takındı. Boğazından gelen öksürükle gülme karışımı sesler, reisin zorlama öfkesini alıp götürmüştü. Adam rol yapmaya üşenip olanca neşesiyle sorguyu sonlandırdı.

- İlhan, hatırlamadın mı beni? Süreğe çıkardık ya Orhan’lan... Kooperatifi beraber yaptık ya abem...

Arada marşı basmayan Anadol gibi gülüyor, lâfa öyle devam ediyordu.

- Yengeni istemeye bile Orhan’ın takım elbisesiyle gittiydim. Sen daha çocuktun kerata. Ziya’yım ulan ben!

Boksör İlhan neredeyse sevinçten havalara uçacaktı. Pek belli etmemeye çalışsa da gözlerinin içi parlıyordu. Hepimizin üzerinden epey bir yük kalkmıştı.

- Ziya Abi, kusura bakma. Hatırlamam mı Abi? Yaylaya da gittiydik beraber. Abi, korkuttu senin çocuklar. Bizi öldürmeye mi geldiniz, koca gemiyle?

Ziya Kaptan ve Boksör İlhan’la birlikte tüm gemi adamları kahkahayı bastığında çoktan rahatlamıştık ama “acaba”lar tükenmiyordu.

- Oğlum İlhan, valla üşenmeyip çıkmasam hâliniz dumandı.... De haydin gelin yukarı. Çay da var rakı da...

Boksör İlhan’ın iyice kendine güveni gelmişti.

- Dayak da varsa gelmeyelim Abi.

Gemi adamlarının çığlıklı sert kahkahaları denizi çınlatıyordu.

- Gelin aslanım, gelin dayak da var...

İşler, mucizevi bir şekilde yoluna girmişti. Hattâ Ziya Kaptan tayfalarına emirler yağdırmaya başlamıştı.

- Hadi ulan, durmayın yardım edin abilerinize. Siz ikiniz de sofrayı düzeltin, daha rakı çıkarın.

- Aman Ziya Abi zahmete ne gerek var. İşinizden, gücünüzden almayalım.

Ziya Kaptan, denizin ıslak ayazından ve yıllarca tütün solumaktan çatallanmış, kısık sesiyle bağırdı.

- İlhaaaaan! Yürü ulan!...

Laz Lütfü’nün yüzünden memnuniyetle karışık bir şüphe okunuyordu. Adamların davetine karşın, gemiye çıkıp çıkmamakta aslında kararsızdı. Fakat ürktüğünü belli etmemek için Boksör İlhan ve Paşa Hilmi’nin peşinden, bordadan sarkan tayfanın yardımıyla usturmacalara basarak gemiye çıktı. Mobilya Süleyman ise tüm ısrarlara karşın tekneden ayrılmamıştı. “Beni bu zırtapozlarla bir tutmayın, ben ağır adamım” havalarındaydı.

Süleyman Amca’yı teknede yalnız bırakmak istemedim. Nezakette yapmacıklığa kaçmamaya dikkat ederek adamların davetini ben de reddettim. Açıkçası, muhabbette “rakı” lâfının geçmesi bu davranışımda etkili olmuştu. Laz Lütfü yahut gemi adamlarından biri içince sapıtıp, olmayacak işlere sebebiyet verebilirdi. Özellikle denizci milletinin sağı solu belli olmazdı...

“Temiz çocuk şu İlhan. Bak sayesinde yırttık Allah’a şükür” dedi Mobilya Süleyman. Boksör İlhan P.T.T.’den emekliydi. Dürüst, ailesine bağlı, içinde zerre hinoğluhinlik olmayan bir adamdı. Ailesi, Korkuteli’nin en geniş ailelerinden biriydi. Biz teknede lâflarken, gemiden sürekli hoyrat gülüşmeler ve keyifli bağrışmalar duyuluyordu.

Gemiden genç bir adam bana seslendi.

- Abi termos varmış. Size yukardan çay dolduralım, uzatıver bir zahmet.

“Ne gerek vardı birader?” diye usûlen sordum.

- Rica ederim Abi. İçiniz ısınır, çayı çok demledik...

Bordaya tutunarak usturmacalardan birine sıçrayan çocuğa termosu uzattım. Az sonra termos mis gibi tüten taze çayla dolu olarak geri geldi. Bir poşete küp şeker de koymuşlardı. Yaşam ve deniz gerçekten sürprizlerle doluydu. Henüz bilmiyorduk ama, adamlar bir – bir buçuk saat sonra bizimkileri yollarken iki kasa balık da hediye edeceklerdi. Ve Laz Lütfü söz konusu hediye balıkların üleşilmesinde utanmadan mızıkçılık yapmaya yeltenecek, Süleyman Amca’dan okkalı bir azar işitecekti.

Süleyman Amca’yla çaylarımızı yudumluyorduk. Avı çoktan unutmuştuk. Mobilya Süleyman pilli radyosunu açtı. Bir iki kanal gezindi, hepsinde popüler şarkılar çalıyordu. “Ulan sıçtınız musikinin içine!” diye söylendi. Sonunda istasyonların birinde tımbırdayan bir ut ve ona eşlik eden bir keman bulabildi. Rahmetli Abdullah Yüce, hüzzam bir şarkıyı söylüyordu...

İzleyiciler