1.
Bir ölü. Dilsiz ve düşsüz. Mütemadi bir ölümün koynunda sancıyan bir ölü. Sekaret yahut koma, zamanın ötesindeki bir uzayda sona ermiş. Cesedin ölmesi süre dursun, yaşamı nicedir tükenmiş. Ölüyü diriltmeye yetmiyor, hiçbir aciz ve kutsal ferman. Bu bir oyun yavrucuğum. Müzikâl bir tragedya... Kaçıncı İsrafil kaçıncı surunu, yüzü suyu hürmetine üfürmüş kaç milyonuncu cesedin. Ölü ve diğer ölüler her yerde dans edip tiratlar mırıldanıyorlar. Ve sur borularının uhreviyatını çoktan yitirmiş, çıldırtan sesleri kulaklarımızdadır şimdi. Her bir kıyamet bildirisi; bu maskaralar sahnesindeki, sıradan ezgilere dönüşmüş.
Işıklara ve alkışlara aldanma küçüğüm. Sen, ben, o, biz, siz, onlar... Kim bilir hangi yaşamların çoğaltılmış, yitik suretidir; arbedede yine de tek sufle kaçırmayan hünerli cesetler? Neredeyse mükemmel bir doğaçlama olduğuna inanacak insan. Ölmüşüz, ağlayanımız bile var. Kodlanmış çığlık çığlığa ağıtları, dinlemesini bilenler duyar. Anlıyor musun?
2.
Sınırlar yakın yahut dar değil. İnsana bitişik bile değil, insanla girift. Sınırlar, insan benliğine yaşamın git gide daha koyu tuşladığı konturlar. Yoksa estetik boyanmış azıcık valörün avuntusu olan yapay ışık yansımalarına mı kanmalı? Sınırlar insanın ta kendisi. Belki de maharet zorlayabilme yahut kabullenebilme yetisinde gizli.
Örneğin sırf adı merak uyandırdı diye, doğa bilimlerinden biriyle ilgili bir kitabı alıp okumak. Diyelim ki bu kitabın kapağında “Zamanın Kısa Tarihi” yazsın. Sonra parçacık fiziğine, kara deliklere düşüncenin eğreti çıpasını fırlatmak. Başka, anlaşılamayan nice kitaba saldırmak. Azgın okyanus, gemiyle birlikte o küflü çıpayı yutmaz mı? Korkunç girdaplı bir okyanus sandığınız, aslında sadece birkaç su damlacığıysa? Üstelik siz bunun farkındaysanız... Gözyaşı gibi tuzlu, birkaç su damlacığı. Göz pınarlarından aşağı değil, kafatasından içeri süzülen ve delirten...
Fokurdaya dursun beynin gayya kuyuları; us sığ, zamansa iyice kısalmış. Öğrenilecek diller yok mu, bunca kötü çeviriye bunca yıl talim etmişken? Bilirsiniz ki aslında o başyapıtı asla okumadınız. Hangi dile, hangi birine ömür adanmalı? Sanırım önce Türkçe. Ömür koşuyor bir önü alınmaz ecele. Notaların, matematiğin sihri şöyle dursun. Elini attığın yazılı gündelik şeylerin hemen her biri, birer ihanet ve yalan kumkuması. Verilecek kavgalar var. Etrafta ne bir siper, ne olup biteni umursayan bir insan yok. Dinleyebilseydin içindeki bunak asilzade şövalyeyi, deliceliğin yanlışlanamaz yörüngesinde atılırdın yaşama kim bilir.
Romantik şövalyeler çağı yeniden başlayacak er geç. Üstelik en yoksul dünyada, en umulmadık zamanda. Teşbihte de fena hatalar olur kimi zaman. Farkındayım. Mutlakiyetlerin ve royalizmin canı cehenneme, konudan sapmayalım...
Düşünen, konuşan ve vazgeçen sınırlar toplamına insan diyoruz şimdilik. Us eksik. Mantık hattâ yaşam dediğimiz şeyler, geniş bir şartlı refleksler yelpazesine dönmüş nicedir. Nicedir otomatikleşmiş günaydınlar, sünmüş iğrenç komplimanlar ve unutulmuş yakarışlar... Akılcı sosyal mekanizmalar sarmaladıkça ezilen hattâ ezen dünya ülkelerini, akıl dışına savruluyorsun ey insanlık. Sobe! “Akılcı sosyal mekanizmalar”, finans kapitalin bilimsel formülleriyle ve kendini de tüketen kanser hücreleri gibi sararken bu küçük gezegeni; biz tümüne “sistemler” diyoruz şimdilik. Şimdilik yalnızız...
3.
Bugüne kadar Nobel Edebiyat Ödülü’nü iki Yunanlı yazar almış. Elistis ve Seferis. Kazancakis Yunanlılar’ın aday adayıymış yıllar boyunca… Orhan Pamuk son senelerin, Yaşar Kemal ise on yılların müzmin aday adayları bu tantanalı ödül için. Orhan Pamuk nihayet muradına erdi.
Bizim başaran yahut bekleyen aday adaylarıylarımızın ve Yunanistan’ın aday adayının en belirgin ortak noktaları nedir dersiniz? Kimi zaman açık kimi zaman örtülü haykırdıkları, Türk düşmanlıkları...
4.
“Tefrit” ve “ifrat”, unutulmaya yüz tutmuş iki sözcük. Genel geçerliye karşı yoksunluğu ve aşırılığı ifade eden sıfatlar. Ölçüler, ölçüsüzlükler bu kavramlara göre düzenlenir. Görece düzenin ve beklentilerin turnusol kağıdı olan yaşanmışlıklar, bu iki kavramdan birine postalıyorsa bir durumu yahut edimi, sorunlar üşüşür söz konusu yargıların kıskacına yakalanan için. Aşkta, çabada, alışkanlıklarda ve tüketimde, ileriye yahut bir arpa boyu gidişin ölçüsü... Doğa bile tefride ve ifrada tepkiyiverir. Sen kirletirsin, o öldürür. Sen boş verirsin, doğa senin ilkel üretim ve yaşayış biçiminin canına okuyuverir. Duadan, yalvarıştan anlamaz.
Yeterince sömürebilmek, yeterince asimile edebilmek, yeterince endüstrileşebilmek, yeterince katledebilmek. Fazlası yahut eksiği çoktan yaya bıraktı pek çok toplumu. Batılı toplumları, beş aşamalı uyduruk Marksist şemaya yamayan bu özellikleridir, bilinsin. Rönesans ve reformasyona miskin doğu neden gerek duymadı? İnsan bedeni ve emeği doğudaki hiçbir statükonun cenderesinde, son dört yüz yıl hariç, hiçbir batının çeyreği kadar bile eziyet görmediğinden. Doğunun son dört yüz yılı ise batının şaheseri. Uluslar üstü kurulan dengeler ve yeni sömürgecilik; cehaleti körükleyen bir statükoyu afyonlamak, bu düzenden nemalanan ilkel liderleri kucaklayarak silah satmayı tercih ediyor, uyuşuk doğuya. Kazanç, doğunun büyük ve özgün yeniden doğuşuna yeğdi bu dengede. Gerisi ciltlerce yazılabilen rezil bir hegemonyadır. Zamanla anlaşılır. İnsanlık asıl Birleşik Amerika imparatorluğu yıkılınca konuşacak atom bombasını. Varsın şimdi birileri, o kıyım olmasaydı savaşın uzayıp daha fazla masumun öleceği palavralarıyla kendi kendilerini lanetlesinler. Zamanı gelince nice rejisör, nice kovboy/kızılderili filmi çekecek...
İnsan/insanlık her şeyin ölçüsü değil yazık ki. Eksik söylemiş Protogoras. Evhamlarla ihmallerin arasında bekliyor sevgili. Düş kırıntıları, zavallıca hedefler, çatışan çıkarlar... Rezil korkular ve alıkça meydan okuyuşlar, insanın toplumsal koordinatlarını belirliyor, belirleyecek. Ve toplumların dünyadaki koordinatlarını... Elbette evveliyatıyla beraber, özellikle son dört yüzyılda sömürünün zorunluluğuyla ülkelere biçilmiş roller, usulca yeniden belirleniyor, belirlenecek.
Açlıktan kimsenin ölmediği toplumlarda düşük yoğunluklu açlıklar yaygındır. Münferit bir olayda açlıktan geberen serseriye kimsenin bir parça ekmek vermediği ve suçun kol gezdiği dünya metropolleri görece tok ama içten içe huzursuz. Bir de kitlesel açlıklardan insanların kırıldığı çorak topraklar var. Avrupa Birliği’nin göbeğindeki, birlik dışı ülkeye ne demeli? Lüksün ve sefahatın sınır tanımadığı, dünyanın kirli para kasası İsviçre. Yani intihar oranının dünyada en yüksek olduğu, insanların dolar içinde yüzerken “mutluluktan” boğulduğu ülke. (Sahi nedir bu kirli para, milletler arası dolaşan temiz para var mı? Ayrı mesele.)
Tembellikler, çalışkanlıklar, sahtekârlıklar ayrıca pragmatik yaltaklanmalara taviz vermeyen duygusuz cezalandırmalar insanı ve toplumu bir ölçüde sisteme monte ediyor. Varsın olsun. Onur talep etmeye yahut icat etmeye gerek yok. Onurla güzelliklere sahip çıkmak ve üretmek gerek. Bırakın onursuzluk papağanı, ruh hastaları; kendi lağım çukurlarında kaynasınlar.
İnsan/insanlık; meta ekonomisinin bu cinnetli son evresinde, çoğu şeyin ölçüsü değil maalesef. Olamaz ki. Tefridin ve ifradın sınırları; insan olmanın asgari yükümlülüklerini genel geçerli düzene dayatana dek, çare yok. Yani zor, çok ama çok zor. Özveri isteyen, uzun soluklu bir kavga yahut yok oluş... Ezilen dünyanın her vatandaşının ve insanlığından tümüyle soyulmamış her ezen ülke emekçisinin; özünde hissetmesi ve gereğini yerine getirmesi gereken bir namus savaşıdır bahsedilen. Çıkar ve yürek ikilemini; “iletişim çağı” denilen çağda hissetmesi gerek, ezen dünya emekçisinin. Elbette hissetmeyecek. Çünkü sınıf çıkarı karşımızda. Tepesindeki egemenin verdiği kanlı ulufelerle görece rahatlığı sürüyor henüz. Ve gerçek iletişim çağına henüz girilmedi. Barbar çağlardan dalgalı yumuşamalarla en barbar çağa girilse de, az mesafe alınmadı insanlık tarihinde. Önce aşağılık komplekslerinden ve gülünç büyüklenmelerden kurtulmak gerek. Güçsüzlerin güzelliklere sımsıkı yapışıp, yine de yetinmemesi gerek. Sançolar’a minnet etmeyebilen Don Kişotlar’ın yola düzülme vaktidir şimdi. Rosa Lüxemburg, “Barbarlık veya sosyalizm” dediğinde ciddiye almayan doğu, şeytanın hüküm sürdüğü bir çağı yaşıyor. Gerçi uzunca bir süre için sosyalist model diye Stalinizm yahut Maoizm’in; beynine abandığı doğu aydınının, sosyalizme kafa yorabilmesi için koşullar pek de elverişli değildi. Tüm geri ülkelerde “Adil düzen” sloganları kapanın elinde kalmıştı. Olsun, festival şimdi başlıyor. Onur ve çaba; bu çağın ilacıdır. Sanılanın aksine; onursuzlar ve miskinler, en çok da onursuz miskinler, defolup gidecekler tarihin sahnesinden. Uyuşturucunun ve insan onursuzluğunun bin bir türlüsüyle ya başedilecek, ya silinilecek...
Ön Asya’da çok ama çok keskin bir bıçağın iki ince kenarıdır tefrit ve ifrat. Toplumların diyalektiğinde, düşüncelerin ve ukdenin tarihsel çelişmelerinde hep kavga, hep fırtına hüküm sürer. Can çıksa ses çıkmaz yahut azıcık manüplasyonun bir kaşık suyunda, nice fırtınalar koparılır. Naslar oluk gibi kan döker. Amenna. Zıtların asla kardeşçe olmayan zorunlu birliğine...
Doğa yasası yani fazlasıyla “insanîdir”, doğu toplumlarının/insanının patlamaya ve devrimlere gebe iç çelişmeleri. Belki de en önemli/mutlak olan, birbirine muhtaç kalacak tefrit ve ifrat kurumları; yalnızca yaşam ve ölümdür. Yani akıldan çıkartılmaması gereken yegane izan. Hz. Muhammed’in bilgece tespit ettiği algı perspektifini anımsayın... Yarın ölecekmiş ve hiç ölmeyecekmiş gibi bir idraktır asıl olan.
5.
Batı normlar toplumu. Bizse değerler toplumuyuz. Asimile etmeden sömürdüğü için çağın gerisine düşen, barbar batının aksine sistemli köleciliği üretim ilişkilerinin olanca dayatmasına karşın özümsemeyen Osmanlı’nın gerileyip çökmesi ile Türkiye’deki muhafazakarlaşma sorununun tarihsel gelişimi başattır.
Emperyalizmini normatif bir örgüyle koruyan, bu arada kendi yurttaşlarına görece haklar ve “adalet” tanıyan batı, sömürdüğü ya da rekabet ettiği uluslara karşı ise elinden geldiğince hiçbir hukuk tanımamayı, öz menfaatlerinin gerekleri dışında “insani değer” bahşetmemeyi düstur edinmiştir.
Süreç içinde burjuva milliyetçiliği ile içeride kapalı devre bir demokrasicilik oynanırken, dışarıda batılı güçler mazlum uluslara her türlü katliamı, suistimali ve zorbalığı reva görmüştür. Modern ve modern sonrası emperyalizmin tarihi zulümlerin ve vahşetin tarihidir.
Endüstri devriminin, modern sömürgeciliğin ve teknolojinin gerisine düşen Osmanlı ise batılı güçlere yaranarak ve bunların şablonlarını taklit ederek çöküşü önleyebileceği yanılgısıyla tam tersi bir istikamet belirlemiştir.
Osmanlı millet olma gereği hissetmez. Dahası milliyetçiliği içeride büyük baskı ve cezalarla bastırmaya gayret ederken, azınlık tebalarına batının bastırmalarıyla benzeri olmayan haklar bahşeder. İmparatorluğun asli unsuru olan Türk – Türkmen yığınlarına üvey evlat muamelesi yapılırken, batı normsallığında ıslahatlara, şekli değişikliklere özenilir.
Sarayın şımarık sanatçısından, tanzimat aydınına aşağılık kompleksindeki ve halkından kopuk, uluslaşmak kaygısı olmayan bir çevre milyonları umursamadan köhnemiş, ortaçağ artığı yarı teokratik bir yönetselliğe Avrupalı bir makyaj ve yeni kurallar giydirmeye çalışır.
Aydınlanmacının, ilericinin önüne kâh “din elden gidiyor” diye dikilen, kâh Türk’ü sadece vergilendirip köylü taburlarıyla emperyalist devletler istiyor diye çarıksız pusatsız ölüme sürmekten ibaret “yöneten”, garabet bir devlet anlayışı egemen olur... Ve sonuçta bozgun elbette kaçınılmaz bir biçimde gerçekleşir.
Pek çok anlamda Osmanlı’dan radikal bir kopuş içeren Mustafa Kemal devrimi, ulus olma bilinci temeline dayanır. Fakat ıslahatçı yazarın ya da tanzimat münevverinin taklitçi batıcılığının aksine, çoğu uygulama ve aksiyonuyla batıyı karşısına alan, batıyla mücadeleden doğan bir eylemdir Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bu devrim. Kendine özgü, tam bağımsızlık menzilinde, haktan ve emekten yana bir milliyetçilik benimsenmiştir.
Kula kulluk, kadının metalığı, zenginin toprağa hattâ insana kanıksanmış feodal egemenliği ve ilkellik reddedilir.
Lakin Atatürk’ün sağlık sorunları nedeniyle 1935 yılından itibaren büyük ölçüde aktif siyasetten kopmaya başlamasıyla beliren, ölümünden sonra artan DP iktidarı ile ayyuka çıkan bir süreçte hızla Mustafa Kemal devrimi tasfiye sürecine girer. Elbette Türkiye’nin muhafazakarlaşma serüveni ve bugünkü geldiği nokta bir anda ortaya çıkmamıştır.
“Muhafazakarlık” sözü, TDK Türkçe Sözlük’te tek bir sözcüğe karşılık gösterilir. Tutuculuk...
Yazımızda bunu genel olarak tali anlamlarında yani “gericilik” ve “statükoculuk” olarak da kullanacağız.
Tam bağımsızlıktan ödün veren, süper güçlere biat ederek bir ülkenin idare edilebileceğine inanan iki tür “devlet adamı” Atatürk’ten sonra hiç eksik olmamıştır. İkisi de “muhafazakar” politikacıdır. Korkak ve basiretsiz bir tür... Sadece kendi iktidarını düşünen, toplumuna ve ülkesine ihanet etmekten çekinmeyen hainliğe meyilli bir diğer tür...
Şu anda Onlar, bürokrasinin ve iktidarın en kilit mevkilerini ellerine geçirdiler. Cahil yığınlardan, resmi yalanlardan, medyanın beyinsel tecavüzlerinden besleniyorlar.
Onlar’ı Avrupalı ve Kuzey Amerikalı muhafazakarlar ile karıştırmayalım. Avrupalı ve Kuzey Amerikalı iktidarlarda muhafazakar yönelimler, ulusal duruşa içkindir. Şahin dış politikalar, "milli" ve "Hristiyan" etiketlerle ülkeyi diğer süper güçlerden ve "azınlıklardan" korumaya yöneliktir.
Bizdeki muhafazakar yönelimler ve baskılar ise sadece Mustafa Kemal devrimini tasfiye etmeye, Türk Aydınlanması’nı engellemeye ilişkindir.
Onlar artık nü resimleri sanat galerilerinde örterek sergilemeyi uygun görüyorlar. Böylece batılılarınki gibi sanat faaliyetleri halen “sürüyor”. Sadece “sanat” şeyhlerinin ve tarikatlarının uygun görebileceği içeriğe sokuluyor.
Onların bugün muhafazakârlık anlayışı Türk askerinin kafasına çuval geçirilmesi, hainler tarafından hunharca katledilmesi konusunda hiçbir milli değerin topyekûn korunmasına ilişkin değildir. Bu gibi durumları sine çekmeyi uygun gören bir muhafazakârlık kâfidir. Yeter ki konumları zeval görmesin.
Onların muhafazakârlığı 5 – 6 yaşında kız çocuklarını çocuk bayramında örtülere sokup Arapça ilahiler söyletmeyi seçiştir.
“Biz bu değiliz, Cumhuriyetimizin değerleri bunlar değil!” dediğiniz zaman her türlü saldırı ve yaptırımları tarafımıza yönelir.
Onların lokal baskı alanları ve özgürlük kısıtlayıcılığı; "yeşil kuşak" ve genişletilmiş/büyük orta doğu projelerinde piyon olmaya hazır görüntü veren bir yasakçılığı dayatmakta. Oysa dış politika, ulusal çıkarları gözetmek gibi konularda tümüyle teslimiyetçiliği benimsemişlerdir...
Onların muhafazakârlığının sonu kendisini duyumsatan emperyalizm oyuncağı bir Türkiye talibanıdır. “Değiştik” diyorlar bir yandan. Bir yandan da “Demokrasi bir tren, istediğimiz istasyonda ineriz” ya da “Zafere ulaşmak için papaz cübbesi bile giyeriz” diye mırıldanıyorlar...
6.
Onların geniş uzun masaları, ceylan derisiyle döşenmiş sıra sıra koltukları var... Ve bizi “yönettikleri” görkemli plaza binaları, lüks makam araçlarıyla gittikleri şatafatlı ziyafetleri...
Bizse hepimizi pazarlıksız kucaklayacak bir çatıdan, çıkarlarına uşaklık etmemizi şart koşmayan davetlerden çok uzağız...
Sofralarımız yoksul, yaşamlarımız yoksunluklarla dolu...
Ve “Onlar”ın nesillerimizin geleceği üzerine düşen gölgeleri karardıkça, gözlerindeki parıltı derinleşiyor...
Onların rengarenk gazeteleri, âhlaksızlık ve saçmalıklar yağdıran yüz milyonlarca dolarlık televizyon kanalları var...
Biliyoruz ki Cumhuriyet kazanımlarına namuslarıymışçasına sahip çıkan işçilerin, üretimsizliğe mahkum edilen köylülerin sesleri “Onlar” tarafından kamuoyuna yasaklanmıştır... Bugün iğrenç bir arbedenin koynunda, bir avuç onurlu aydınımızın feryadı emperyalist palavralarıyla bastırılmaktadır...
7.
İkdam’daki köşesinde Ali Kemal, 9 Kasım 1918'de okurlarına “İngiliz milleti dünyanın en azimli milletidir”, 16 Kasım’da ise “iki vatanımız var; biri anavatan, diğeri İngiltere” diye sesleniyordu... Üstelik hemen her yazısında Kuvay-ı Milliye kahramanlarını “Medeniyet düşmanı, serseri sürüsü” ilan ediyordu.
Onların Ali Kemaller’i halâ yazıyor.... Şimdilerde de söylemleri tümüyle aynı: “ABD bölgemize demokrasi getirmek için son derece azimlidir. Bu süper güce karşı koyamayız” ya da “Ulusal egemenlik de neymiş? AB asıl vatanımız, Brüksel başkentimiz olsun”...
Ali Kemaller dün Cumhuriyet devrimcilerini “maceraperest din düşmanları”, “Osmanlı çıkarlarını baltalayan çapulcular” diyerek karalıyorlardı. Şimdilerde ise Cumhuriyet devrimlerine sarılanları “çağdışı dinazorlar”, “globalleşme karşıtı statükocular” ve “laikçi paranoyaklar” olarak tanımlıyorlar.
İşin tuhafı; Yunus Nadi’nin Halide Edip’le birlikte Mustafa Kemal’in Ziraat Mektebi’ndeki karargahında emperyalizme karşı amansız savaş sürerken kurduğu Anadolu Ajansı bile bugün; AB ültimatomlarını ve yabancı “yetkililerin” ülkemize yönelik küstahça açıklamalarını, sorgulamaksızın sayfalarca haber yapıyor. Memleketin üç beş namuslu aydınının uyarılarını, haykırışlarını görmezden geliyor...
Halkımızın ulusal kaygılarından ne holding basınında ne de devlet ajansında en küçük bir iz bile yok. Halbuki kendi barbar politikalarıyla bu halkın haklı tepkisine uğradığını fark eden ABD dahi, söz konusu sağduyu karşısında paniğe kapılmış durumda...
8.
Demokrasi, para ve entrika erbabının hükümdarlığı değildir. Kimlerin hangi kirli ilişkiler sonucunda yönetime geleceği önceden belli olan, halkın çok büyük bir kesimini diskalifiye etmiş bir masaldan medet ummuyorsak ve meydanı “Onlar”a bırakmaktan usandıysak, sağduyumuzu kuşanıp birbirimizi kucaklamalıyız.
Milli Mücadele devrini hatırlayın...
İttihatçı artığı, bolşeviği, teşkilat – ı mahsusacısı, mim mim’cisi, yeşil orducusu, turancısı hattâ tarikat ve tasavvuf ehli bir arada savaşmıştı... Ali Kemaller yırtına dursun, sonunda vatanını düşünen birbirinden bu denli farklı insanlar mücadeleyi anlamış, o müthiş önderin yanında canları pahasına saf tutmuşlardı...
Emperyalizm mazlum bir milletten tarihin ilk şamarını yiyince ise ortalıkta ne Ali Kemal kalmıştı, ne Prens Sabahattin ne de Damat Ferit...
Şu anda Türkiye’nin her köşesinde milyonlarca evde, iş yerinde, yüzlerce fakülte kantininde dürüst, vatanı için kaygı duyan insanlar aynı şeyleri tartışıyor. CHP, DSP, İP, MHP ya da diğer partilerin bünyesinde emperyalizmin ayırdına varmış pek çok değerli yurttaşımız çabalıyor. Anadolu’da çoğu meslek odası, fikir örgütü ve sendika; “Onlar” görmemizi istemese de adeta çalkalanıyor...
Çünkü bıçak kemiğe dayandı...
Yerel Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’nin bir mecrada buluşması gibi; ya biz de kayıkçı kavgalarından vazgeçip mücadele için omuz omuza vereceğiz ya da “Onlar”ın istediği olacak ve evlatlarımıza bir trajediyi miras bırakacağız.
Bu gidişe “dur” demezsek, toplum “gelin kaynana” programlarının hipnotizmasında sersemlemiş devinirken vatanımız çok uluslu sermayenin kucağına parmaklarımızın arasından sabun gibi kayıp gidecek... O vakit ulusal değerlerimiz tümden iğdiş edilecek, efendisinin o küçük aferinleri peşinde koşarken benliğini yitirmiş çağdaş bir sömürgeye dönüşeceğiz...
Sosyalizm konusundaki “müthiş teorilerimizin” ya da “Orta Asya’ya dayanan muazzam kültürümüz”e ilişkin böbürlenmelerimizin hiçbir işe yaramadığı korkunç bir süreç hepimizi tehdit ediyor... Ya Onların karanlığına simsiyah gömüleceğiz ya Cumhuriyet Devrimimize sahip çıkıp onurlu yaşamayı, yönetilmeyi hak edeceğiz...
Zira tarihin labaratuvarında “Onlar”a karşı emeğini, zamanını, cesaretini ve en önemlisi aklını birleştiren mazlumların hep galip geldiği kanıtlandı.
Asla “Onlar”ın iğrenç yalanlarına kanmayın! Gandhi’nin Satyagrahacı’larını anımsayın, şafağın tekinde Grahnma’dan Küba’ya aç bilaç çıkan 81 yurtsever adamı... Ve Mustafa Kemal’i, Ho Şi Minh’i... Ve yürekli yalnızlıklarıyla tarihe damga vurmuş insanları... Galiyev’i, Kür Şad’ı ve Zapata’yı anımsayın... Ömer Muhtar’ı..
9.
Şükür, bereket ve refah yolundaki ulaktır... Uyanık ve çabalı bir şükür, hayat ve rönesanstır. Lâkin miskinliği "şükür" kisvesine sokmak "insan" olmak yerine uyuşuk bir köpek olmaya yazgılanmaktır...
Emeğine, gözünün nuruna sağlık kardeşim. Şükrü
YanıtlaSil