14 Ağustos 2010 Cumartesi

OTOBAN

- I - Sıkıcı bir ev, sıkıcı bir akşam (Caddebostan - İstanbul)

Fahrettin Berke KADIOĞLU, henüz askere gitmemiş bir inşaat yüksek mühendisiydi. Mutfaklı bir salon, duşlu bir tuvalet ve yalnızca elbise dolabıyla yatağının sığdığı bir oda; ne denli sevdiğini bilmediği eviydi.

Okunmamış kitaplarla, korsan röprodüksiyonlarla ve başka ucuz şeylerle dekore ettiği evi son derece düzenliydi. Yine her zamanki akşamlardan biriydi, televizyon koltuğuna kurulmuş beyaz şarap içiyordu.

Telefonun ziliyle yerinden doğruldu. Fahrettin Berke’yi arayan, şirketten arkadaşı Sertaç’tı. Sertaç, acele Düzce’deki şantiyeye gitmeleri gerektiğini söylüyordu. Fahrettin Berke pek aldırmadı.

Telefonu kapatmadan önce “Gelemem” diye tekrarladı. “Patrona söylersin, şoföre arabayı dün teslim ettiğimi biliyor.”

Fahrettin Berke, gerekmedikçe konuşmazdı. Konuşma gereksinimi de sanki yıldan yıla azalıyor; işyerinde neredeyse işaret ve bakışlarla insanlara hükmediyor ya da işaretler ve bakışlar doğrultusunda üstlerine itaat ediyordu.

Taşlanmış deri kabanını üzerine geçirip dışarı fırladı. Oturduğu lojmana yakın bir pab vardı. Biraz müzik dinleyip sıcak şarap içmek istiyordu. Telefonunu yanına aldığı için bir an kendine kızdı. Cebinden çıkardığı telefonu kapatınca biraz daha iyi hissetti.


-II - Biraz daha içki, buluşma

Fahrettin Berke, paba girdi. Marmara Denizi’nin büyülü ve bol yakamozlu laciverdine bakan taburelerden birine oturdu. Sıcak şarap istedi, binlerce ışıltıyla dolu dev birer mürekkep lekesi gibi görünen Prens Adaları’nı seyretmeye başladı.

Sıcak şarabını içerken yanına saçı sakalına karışmış bir adam yaklaştı. Adam, koyu kahve rengi kadife takım elbisesiyle ve fularıyla başarısız sanatçılar gibi giyinmişti.

Gözlerini çakmak çakmak açıp Fahrettin Berke’yi omuzlarından tutarak sarsan adam, pırıltılı ve sarhoş bir gülümsemeyle bağırdı.

- Polis misin ulan sen?

İçinde kadınlardan gelen tiz çığlıkların sivrildiği kalabalık kahkahalar, pabdaki masaların birinden yükselmişti. Adamın sözcükleriyle birlikte Fahrettin Berke, yüzünde pis ve geçici bir alkol bulutçuğu hissetti. Bu; sıradan insanlara ağır bir tehdit duyumsattıran o tehlikeli bulutçuktu.

İki kişi gelip Fahrettin Berke’yle uğraşan tuhaf, sarhoş adamı götürdüler. Daha züppe görünümlü olanı Fahrettin Berke’den özür de dilemişti. Fahrettin Berke yeniden sıcak şarabı yudumlamaya ve Prens Adaları’nı seyretmeye koyuldu.

Şarap kadehleri yenilendikçe Prens Adaları’ndaki ışıltılar büyüyor, Marmara Denizi’nin titrek yakamozları flûlaşıyordu.

Fahrettin Berke, yanakları yumruklarının arasında ve dirsekleri masada otururken patronunun sesiyle irkildi.

- Berke nasılsın?

- Ümit Bey. Merhaba.

Patronunun kendisini nasıl bulduğunu anlayamamıştı. Patronu yanına oturdu. Sipariş almak isteyen garsonu eliyle geri çeviren Patron söylevine başladı.

- Berke Bey fakülteyi dereceyle bitirmenin önemi yok! İş yaşamı hata götürmez. Düzce’deki prefabrikleri söküyorlar. Hırsız – uğursuz takımı malzememize üşüşmüş. Bekçilerden birinin kızı evden kaçmış, diğeri de bunak herifin teki! Devlet yok ki bu ülkede...

Fahrettin Berke bir şey söylemeyince Patron devam etti.

- Sana açıklama yaptığıma inanamıyorum... Aslında Sertaç’la birlikte gidecektiniz. Arabamı da verecektim. Ama çocuğu dinlememişsin bile. Şimdi doğru Düzce şantiyemize gidiyorsun. Sabah amelelerin işbaşı yapması saat yedi buçuğu bulur. Prefabriklerden tek çivi kaybolmadan gelecek ekibi bekleyeceksin..

- Baş üstüne Ümit Bey. Oğlunuzla aramızda sanırım yanlış anlama olmuş.

- Zaman kaybetme. Nasıl gideceksen git bir an önce.

- Ama ya ben oraya varana kadar, malzeme eksilmiş olursa?

- Olmayacak Berke Bey! Jandarma komutanı senin kıçını kaldırıp oraya varmanı bekliyor. Adam iki gündür uykusuz.

Patron başka bir şey söylemeden çıkıp gitti. Berke de devletin varolduğunu, Patron’a kendisi oraya gidene kadar ve elbette ihtiyaç duyduğu diğer zamanlarda hizmet etmeyi sürdüreceğini düşünerek kalktı.

Düzce, yakınlardaki soğuk bir taşra kentiydi. Eve gidip üstüne daha kalın bir şeyler geçirmeye üşendi. Son üç gününü geçirdiği Tuzla şantiyesinden ve sıcak şaraptan ağır bir yorgunluk bulaşmıştı üzerine.

Taksiye bindiğinde doğruca Düzce’ye mi yoksa otogara mı gitmesi gerektiğine karar verememişti. Maaşının önemli bir bölümünü taksiciye kaptırmayı göze alamadı. Üstelik taksicinin de Düzce’ye gitmeyi kabul edeceğinden emin değildi.

Taksiciye “Harem otogarına” dedi. Telefonu cebinden çıkarıp açtı. Numaraları tuşladı.


- III - Yorgunluk, tarih, otogar (akşam tiradı)

Telefonun öbür ucunda bir kadın vardı. Fakat Fahrettin Berke’ye daha sonra aramasını söyledi. Fahrettin Berke tam kapatmak üzereyken, az önce çalıştırdığı telefondan pilin bitmek üzere olduğu sinyali geldi.

Taksi, E – 5 Karayolu’na çıkmıştı. Bu yolun hemen Kuzey’inde İstanbul’un en yoksul semtleri sıralanıyordu. Örneğin Çamaşırcı Deresi adlı mahallede kadınlar, içme suyunu tek ve sarı akan bir musluktan doldurup kendilerince arıtmak için evlerine götürürlerdi.

Burada her hafta onlarca ihtiyar, belediyenin aç ailelere dağıttığı erzak poşetlerini kapışırken birbirini çiğnerdi. Ve tüm bunlar Fahrettin Berke’nin az önce koptuğu konfora 45 – 50 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeydi.

Fahrettin Berke kendisine sigara tutan şoförü reddetti. Yorgunluktan her tarafı her an biraz daha fazla sızlıyor, aklına sadece yatağı geliyordu.

İstanbul’dan böyle kısa süreliğine de olsa ayrılmaktan nefret ederdi. Aslında Fahrettin Berke pek çok şeyden, hattâ bazı zamanlarda İstanbul’dan da nefret ederdi. Yine de cahil birinin batıl bir inanca bağlılığı gibi İstanbul’a tutsaktı. Öğrenciyken, çoğu kompleksli inşaat mühendisi adayının aksine mimariye de merak salmıştı. Kentin hülyalı tarihini belirli bir düzeyde de olsa keşfetmişti.

At cambazlığından imparatorluğa yükselen Jüstinyen’in Ayasofya’sı, Almanlar’ın Haydar Paşa’da inşaa ettikleri tren garı, Sinan’ın Süleymaniyesi, Salacak sahilinin mağrur prensesi Kız Kulesi; daha onlarca hatta yüzlerce yapı, adeta Fahrettin Berke’ye kendi önemsizliğini haykırmak adına karşısına dikilmişlerdi.

Birkaç yıl önce mimariye de tarihe de ilgisini yitirmesine ve olanca uykusuzluğuna karşın Fahrettin Berke bindiği taksinin camından muhteşem yapıyı hayranlıkla seyretti.

Seyrettiği eser, askeri tıp akademisi olarak Osmanlı’nın dağılma devrinde Almanlar’a yaptırılan meşhur Tıbbiye – i Şahane’ydi. Daha sonra iktidarı ele geçirecek olan genç subayların gizli örgütü İttihat ve Terakki, iki öğrenci tarafından burada kurulmuştu. Mimariye bu muhteşem yapıyı kazandıran hanedanın çöküş dönemi böylece hızlanarak yeni bir devlete giden süreç tetiklenmişti.

Taştan heybetin kubbeleri, saat kuleleri ve Osmanlı nişanlarıyla süslü dev kapıları tümüyle geride kaldığında taksi Harem sahiline varmıştı.

Fahrettin Berke, İstanbul’la oynadığı oyuna kısa bir ara vermek üzere taksiden indi. İstanbul da Fahrettin Berke’ye martı çığlıkları ve vapur düdüklerinden oluşan melankoli yüklü bir akşam tiradıyla son sözlerini söylüyordu.

Denize ve karşı kıyıya uzun uzun baktı. Akşam tiradı, Fahrettin Berke gibi ruhu donmuş bir adamın bile içine işleyecek yeni yanıtlar yetiştirdi. Boğaz, karşı kıyıdaki Topkapı Sarayı, Sarayburnu’nun – Gülhane Parkı’nın küme küme ağaçları, yoksul insanlar ve tüm bunlardan fışkıran yalnızca Fahrettin Berke’nin duyabildiği zehirli sesler iç içeydi.

“Bir kaza geçirip, gebereceğim” diye içinden geçirdi. Çok ender başvurduğu için güçlenen sezgileri bu kez kendisini yanıltıyordu. Elbette kaza geçirmeyecekti. Doğmuş olmasını saymazsak o güne kadar da geçirmemişti. Doğumdan sonrasını yaşam kendiliğinden gerçekleştirirdi. Üstelik geçirmeyeceği trafik kazası gibi kişisel tarihlerdeki kırılma noktaları, aslında yaşamın en yalın sürprizlerindendi.

Fahrettin Berke sahile sırtını dönüp ışıltılarının önünde bakımsız insanların kaynadığı otobüs firmalarının yazıhanelerine doğru yürüdü.

Hangi firmadan bilet alması gerektiğini bilmiyordu. Kürt aksanıyla konuşan bir genç karşısına dikildi.

- Nereye ağbi?

- Düzce’ye. Otobandaki Düzce gişelerde insem de olur.

- Geçer ağbi, gel kalkıyor.

Yüzlerce insanın devindiği park yerinde her nasılsa kimseyi ezmeden ilerleyen otobüse yaklaştı. Kendisini davet eden çocuk, otobüsü durdurup ön kapıdan sarkan muavine bir şeyler anlattı.

Fahrettin Berke de muavinle konuşmalıydı.

- Düzce gişelerde inmem gerek. Düzce’nin içinde dursanız da olur.

- İçinden geçmeyiz Beyim. Gişelerde seni indiririz, buyur.

Paranın üstünü almıştı.

Şantiye zaten otobanın Düzce gişelerine çok yakındı. Birkaç yıl önceki 20 bin kişiyi öldüren depremlerden sonra Japonlar, evlerini kaybeden depremzedelere prefabrik konutlar kurmuştu. Devlet, yeni ve kalıcı konutlar yapıp bu evleri satınca otuz tanesini Fahrettin Berke’nin patronu almıştı.

Patron, inşaatlarda çalıştırdığı yüzlerce işçinin bu prefabriklerde barınmasını uygun görmüştü. Prefabriklerin hasarsız bir şekilde sökülmesi için küçük bir şantiye oluşturan Patron, sökümü tamamlanan yirmi kadar evi buraya istifletmişti.

Fahrettin Berke daha otobüsün koltuğuna oturmadan, inip başka bir araç bulmaya karar verdi. Otobüsteki insanların ağır ter ve ayak kokuları midesini kaldırmıştı.

O kadar yorgundu ki inmekten vazgeçip gösterilen koltuğa oturdu. Bindiği otobüs Güneydoğu’nun en sorunlu kentlerinden birine gidiyordu. Muavinle yapılan makul anlaşmaya göre de Fahrettin Berke’yi Düzce gişelerde bırakacaktı.

“Nasıl olsa birkaç saatlik yol boyunca kestiririm” diye düşündü. Birden bütün gücünü toplayıp muavini çağırdı. Derin uykunun muhtemel cazibesine teslim olmak istemiyordu.

- Beni mutlaka ama mutlaka uyandırın!

- Düzce gişeler sapağında mı Beyim?

Fahrettin Berke, kendisini yakından tanıyan üç – beş kişinin alışık olduğu üzere yine sakin sakin öfkelenmişti. Kaşları çatılmış, yüzü kızarmıştı fakat usulcacık konuşuyordu.

- Kardeşim söylemedik mi?! Düzce gişelerde!

- Sapaktan en fazla yüz metre yürürsün ağbi.

- Tamam yürürüz. Yeter ki sen uyandır.

Koltuğa yaslandı. Şantiyeyi, konserve açacağı gibi batan yorgunluğu, etraftaki Kürt kokusunu, patronu ve her şeyi bir an olsun unutmak istiyordu.


- IV - Uykusuzluk, eski kabuslar, uyku

Uyuyamıyordu. İncecik bir erkek sesinin söylediği sızlanan şarkıyı işitti.

Çok geçmeden böğürtülü hıçkırıklarla ağlayan bir kız çocuğunun kulak tırmalayan sesini de fark etti. Kendisinden başka birileri de gitmek istemediği yerlere seyahat etmek üzere aynı otobüse binmiş olmalıydı. Bir kaza geçirip önemsiz yaralarla kurtulmayı, şantiyeye gidemeyince de Patron’a “Biliyorsunuz az kalsın ölüyordum” diyerek mazeret üretmeyi çok isterdi. Kazanın iyi bir mazeret olabilmesi için, istemeden otobüse binenler dahil diğer tüm yolcuların gebermesini, düşsel kazanın kendisinden daha büyük bir istekle arzuladı.

Can sıkıcı gerçeklere geri döndüğünde, bir trafik kazası nedeniyle değil yorgunluktan ölmek üzere olduğunu düşünüyordu.

Zırh gibi giyindiği yorgunluğunu üzerinden fırlatıp dirilmeliydi. Eziyetli fakat dinç bir yolculuğu başarmalıydı. Bir an tüm gücünü toplayan Fahrettin Berke, gerçekten de yorgunluğu hissetmedi.

Çok geçmeden cin gibi bir dinçlikle bu birkaç saatlik yolculuğu beceremeyeceğini anladı. Çünkü bu sefer de uykuyu ağır bir giysi olarak bedenine istem dışı geçiriyordu.

Yorgunluğun umursanmadığı hattâ tükendiği yerde başlayan bir uyku... Karşı koyulamayan, koyu, yoğun fakat rahat ettirmeyen bir uyku... Fahrettin Berke’de hüküm sürmeye başlayan tam anlamıyla buydu.

Uyumayı; çok sevdiği tinsel uzayı; kutsal dinlenceyi; yıllardır gerçek anlamıyla başaramıyordu. Sonradan neredeyse tek saniyesini anımsayamadığı kabus ve sayıklamalarla saatler boyu boğuşurdu. Dinginlik için geçilmesi gereken çizgiyi bir türlü aşamamışken sabahlar üzerine çullanırdı. Sabaha karşı tümüyle bedenini kavrayıp en derin uyuşukluğa hapseden uyku, hiçbir günün hiçbir ağarışında Berke’ye yetmezdi.

Saatin çalan alarmını öfkeyle susturur, alarmı birkaç dakika sonrasına kurarak yataktan kalkmamaya epeyce direnirdi. Saatin alarmıyla her sabah belki onlarca kez süren kavgalarında Fahrettin Berke en sonunda teslim olurdu. Karmaşık ve hedefi belirsiz bir “Nefret” duygusuyla kalkar, lavabonun yolunu tutardı.

Hiçbir eziyetli sabahta, uyumak özgürlüğüne kavuşamayan Fahrettin Berke’nin işe geç kaldığı henüz görülmemişti. Uykunun bitimine doğru başlayan çok gerçekçi rüyalar ise canını her şeyden çok acıtırdı. Bazen annesinin ölmediğini, halen kendisiyle birlikte yaşadığını görürdü rüyalarında. Bazen fakülte, hattâ lise yıllarında rastladığı fakat pek de umursamadığı, dünyalar sevimlisi kızlardan biriyle düşlerinde sevgili olurdu... Rüyanın tam sonlarında fakat henüz uyanmadan, gördüklerinin düş olduğunu fark edince uyanmak istemez, yaşadıklarının gerçek değil de beyinsel yanılgılar olmasına delice öfkelenirdi. Bazı uyanışlarında öfke ve üzüntüden kendini tutamayıp ağladığı bile olmuştu.

Ne suret, ne de asıl olamamanın o gizli hüznüyle yalnızca tıraş olurken sorgulamayı keser iş gününe kendini bırakırdı.

Sinek vızıltısının onda biri büyüklüğünde bir vızıltı, beynini uyuşturarak ensesinden tepesine doğru dolaşıyordu. Kafatasının içindeki yumuşak işkence, uyku olup tüm vücuduna dağılıyordu.

Uyumayı başardı diyemeyiz. Uyku, Fahrettin Berke’yi abandone etmeyi başarmıştı.


- V - Otoban (geceyarısı tiradı)

Muavin Fahrettin Berke’yi uyandırdığında yağmur belli belirsiz çiseliyordu.

Damlalı su izleriyle ve buğuyla kaplı otobüs camını fark etti ilkin. Camların siyaha yakın laciverdinden dışarısı görünmüyordu.

- Beyefendi, acele et. Düzce gişeler az yukarda. Sapaktan yürüyeceksin.

- Saat kaç?

- Yarım..

Fahrettin Berke yerinden kalktı. Otobüsün orta kapısı açılmış, içeri buz gibi bir hava girmişti.

Aşağı doğru inmeden Berke muavine son kez seslendi.

- Gişeler ne tarafta dedin?

- Sapaktan yukarı doğru yürüycen. Millet dondu, az acele et ağbicim.

Yaşamının en aykırı anlarına doğru ilerleyen Berke, otobüsten aşağıya adımını atar atmaz otobüsün otomatik kapısı kapandı. Ayazın, sorumluluk duygusunun ve varılması yere ilerlemek güdüsünün etkisiyle birden ayılmıştı.

Uyku sersemliği ve uyuşukluk, yerini bilinmeyende olmanın ve oradan kurtulup lanet şantiyeye varmanın zorunluluğuna bırakmıştı. Otobüs, egzozundan siyah dumanlar üfürerek uzaklaştığında bunun kolay olmayacağını anladı.

Otobanın kenarında bir başınaydı. Gecenin bir yarısında kamyonlar, TIR’lar ve otobüsler ıslak otobanda büyük bir süratle yol alıyordu.

Otobanda yayaların yürümesinin yasak olduğunu biliyordu. Üstelik yürünecek bir yaya yolu da yoktu. Hemen yanından roket gibi geçen bir TIR, kornası ve ışıklarıyla derhal bariyerlerin öbür tarafına geçmesi için Fahrettin Berke’yi uyardı.

Fahrettin Berke’ye doğru İstanbul yönünden gelen hemen hemen tüm araçlar selektörleriyle ve kornalarıyla aynı şeyi yapıyorlardı. Berke, yine de düştüğü durumun henüz farkında değildi.

Az ötede otoban çatallaşıyordu. Yollardan biri doğru devam ediyor, diğer yol ise “Düzce” ve “Akçakoca” yazan alt alta asılı, aynı yöne bakan iki levhanın gösterdiği tarafa yokuş yukarı tırmanıyordu. Muavinin bahsettiği, kendisini şantiyeye ulaştıracak sapak bu olmalıydı. Yağmur henüz hızını arttırmamıştı.

“Düzce” ve “Akçakoca” yazan okları takip edip yokuşu tırmanarak gişelere çıkacağını düşünüyordu ki beyaz bir otomobilin inanılmaz bir hızla kendisine yaklaştığını gördü. Hemen bariyerin üzerinden otobanın dışına sıçradı. Islak asfaltta kayan beyaz otomobil ise son anda toparlayıp bariyerlere çarpmadan yoluna gazlamıştı.

Bariyerlerin kıyısındaki banket en fazla yarım metre uzunluğundaydı. Fahrettin Berke, can havliyle kendisini daracık banketin de dışına fırlatmıştı. Az kalsın aşağı yuvarlanacaktı. Aştığı banketin kıyısında, derinliğini kestiremediği fakat fazla eğimli olmadığını gördüğü bir uçurum uzanıyordu. Belki bariyer demirine tutunmasa da aşağıya düşmezdi. Fakat Fahrettin Berke, kesilen elini yerden doğruluncaya kadar tutunduğu demirden çekmedi.

Yerden doğruldu. Sağ elinin parmaklarındaki boğumlar bariyere tutunurken yarılmıştı. Yarasına soğuğun da etkisiyle buz gibi fakat yakan bir acı yerleşti. Bariyer demiri belki de paslıydı. Şantiyedeki işini tamamlar tamamlamaz tatenoz iğnesi olmaya karar verdi.

Yerden doğrulduğunda üstü başı çamura boyanmıştı. Eli fena kanıyordu ve yağmur iyice hızlanmıştı.

Yön tabelalarının bulunduğu yol ayrımındaki geniş refüje dikkatle baktı. Otobanın güçlü orta aydınlatmaları refüjde parlıyordu. Yüzlerce voltluk aydınlatma lambaları bu refüjde ürkütücü bir peyzaj yaratıyordu.

Gittikçe koyulaşan ve aşağı çöken bir sis, inanılmaz bir yoğunlukla inen yağmur damlaları ve tabelaların çevresinde kümelenen uzun ağaçların hayalet silüetleri... Işıkta biçim değiştiren tüm bu nesneler dehşetli bir bütünsellikle Fahrettin Berke’yi çağırıyordu. Çünkü güvenli bir yerlere varması için ulaşması gereken ilk hedef görebildiği kadarıyla elli metre kadar ileride tümüyle bunlardan oluşuyordu.

“Düzce Sapağı” olduğunu sandığı bu dehşetli yol ayrımına bariyer demirine sürtünerek yürümeye başladı. Sinirleri alt üst olmuştu. Banketten aşağı yuvarlanmaya ödü kopuyordu. Gittikçe yaklaştığı yol ayrımındaki manzara karşısında oraya varmaktan da an ve an korkuyor, oraya ulaşamamak olasılığını ise düşünmek bile istemiyordu.

Cep telefonunu çıkardı. Telefon kapalıydı. Şarjı tükenmiş olmalıydı. Talihi yardımcı olursa telefonu tekrar çalıştırıp “Polis İmdat”a yerini söyleyebilirdi. Telefon işe yaramadı. Defalarca denemesine karşın başaramadı.

Yeni ve ölümcül olabilecek bir oyun başlamıştı. Fahrettin Berke bu defa oyunda olduğunu algılayamıyor, rolünü yaşıyordu. Gelişmiş ve insan görünümüne girmiş, düm düz gibi görünen bir labirentten çıkışı bulmaya çabalayan suskun ve ıslak kobay faresini oynuyordu. Neresi olduğunu bilmediği korkunç bir “Yer” ise kendisine bu yeni oyun için karanlık seslerden oluşan bir gece yarısı tiradıyla “Hoş geldin” diyordu.

Bu tiratta kendisini iç çamaşırlarına kadar ıslatan yağmurun şakırtısı vardı. Işıklı titrek çizgilerle çatlayan gökyüzünün çatlaklar hemen silinirken gürleyişi vardı... Otobanda son sürat geçen araçların keskin vınlamalarla başlayıp şiddetlenen, sonra uhrevi birer ıslığa dönüşerek tükenen sesleri de Fahrettin Berke’nin kulaklarındaydı... Fakat ölümcül gece yarısı tiradı, bu seslerin toplamından oluşmuyordu. Seslerin toplamından daha farklı, daha delirten tek ve yeni bir ses Berke’nin beynini istila ediyordu.

Fahrettin Berke sapağa vardı. Yokuş yukarı uzanan ve yön tabelasına göre Düzce’ye giden yolu tırmanamayacağını anladı. Siste silinen yol, yukarı doğru ip gibi incelip kayboluyordu.

Dev lambalarla aydınlanmış, geniş, tekin görünen orta refüje geçip otostop yapmaya karar verdi. Yağmurun böylesine hızlı yağması işine yaramıştı. Görüş uzaklığının bu yüzden epeyce daralmasına karşın hiç üşümüyordu. Hattâ ıslanmışlık hissini bile tümüyle yitirmişti. Üstelik yerler yuvarlandığı banket kenarına göre çok daha iyi durumdaydı. Refüjün içi, yabani otların boy attığı ıslak çimenlerle kaplıydı.

Defalarca elini sallamasına ve “Yardım edin” diye haykırmasına karşın duran hattâ hızını azaltan bir araca rastlamadı. Oysa sapağın bir kanarından diğerine her defasında umutla koşturmuştu, araçları durdurabilmek için şiddetli yağmurun altında onlarca dakika kendini paralamıştı.

Otobüsten indikten sonra yürüdüğü banketten pek çok karaltının kendisine yaklaştığını fark etti. Gelen, beş köpekten oluşan bir sürüydü. Hepsi de iri kıyım hayvanlardı. Köpekler hızlıca kendisine doğru yürüyor ya da düşük tempoda koşuyorlardı. Liderleri gibi en önde yürüyen ve en irileri olan sarı çoban köpeği Fahrettin Berke’ye doğru havlayıp hızlandı. Diğer köpekler de aynını yapmaya başlamışlardı.

Fahrettin Berke, orta refüjde yerleri kolaçan ederek sopa ya da taş gibi köpekleri defetmesine yarayacak bir şeyler aradı. Islak çimlerde bir iki gofret poşetine, bira kutusuna ve çöp torbasına rastladı. İnsanlar bunları, bu dağ başında, durmanın ve içeri girmenin akıl kârı olmadığı bu refüje ne zaman, nasıl atmışlardı? Köpekler yan yana dizilerek yoldan refüje geçip Fahrettin Berke’ye saldırmaya hazırlanıyorlardı. Öfkeden ve korkudan deliye döndü. Yerlerde bir kez daha göz gezdirdi. Tam “Düzce” ve “Akçakoca” yazılı levhaların demir direklerinin dibinde kullanılmış bir kondom gördü.

Aklını yitirmek üzere olduğunu düşündü. Köpekler, bildiği kadarıyla akıllı hayvanlardı. Böylesine şiddetli bir yağmurda bir kuytuya sinmeleri gerekirdi. Oysa bu beş azman it, yolu geçip kendisine saldırmaya başlamışlardı bile.

Köpeklerin acımasız çığlıklarını, çelik kancalar gibi bedenine saplanan dişlerini, jilet gibi kesen tırnaklarını, iğrenç ve aralıksız soluklarını, kaygan – keçeleşmiş tüylerini tüm benliğinde hissetti. Köpekler Fahrettin Berke’yi perişan etmişlerdi. Yumrukları, tekmeleri ve gece yarısına sınırsız işleyen naralarıyla, yine de hepsini bir süre sonra defetti. Beş köpeğin arasında geçirdiği cinnet sona erdiğinde, köpekler refüjün daralan öbür ucuna doğru seğirttiler.

Vücudu korkuyla heyecanın en doruk noktadaki buluşmasında uyarı olarak aşırı oranda adrenalin salgıladığından her tarafı uyuşmaya başlamıştı. Ciğerlerini yırtarcasına boşala boşala ağlaması mı kahkahalarını öncelemişti? Yoksa abartılı, karşı konulamaz, sayrılı kahkahaları bir ağlama nöbetine mi dönüşmüştü? Artık hiçbir önemi yoktu... Kahkahalar ve gözyaşları birbirine giriyor, tam kesilmeye yüz tutarken “Boşaldı” denilen yayı, sinirleri yeniden geriyordu. Sinir sistemindeki isyan uzun sürdü. Kendine geldiğinde endişeli değildi ve korkmuyordu. Yalnızca kesin bir tükenmişlik duygusuna hapsolmuştu.

Yere uzandı. İliklerine kadar üşüyordu. İç organlarının, delik deşik ve kan içindeki derisinin, kısacası her hücresinin soğuduğunu hissetti. Kalktı. Yağmur, azıcık hafiflemişti.

Köpeklerin yeniden devinmeye başlamalarını uzaktan kaygıyla izledi. Neyse ki liderleri sandığı sarı köpek hariç, bir iki dolanıp oldukları yerde durmuşlardı. Sarı çoban köpeği ise halâ kımıl kımıldı. Diğer köpekler put gibi beklerken, sarı köpek onlardan ayrılıp otobanın kenarına koştu. Yolun karşı kıyısına, İstanbul’a giden araçların ilerlediği tarafa geçecekti.

Koşmaya başlayan köpek, altı dingilli bir TIR’ın altında kayboldu. Köpek ezilirken kırılan tebeşirin kara tahtada çıkardığı iç gıcıklayıcı ses ve bazı takırtılar üç – beş saniyeliğine duyulmuştu. Ezilen köpeğin gözlerinde ya da diğer duyargalarında bir sorun olmalıydı. Çünkü TIR, güçlü ışıkları ve gürültüleriyle gelişini onlarca metre öteden belli ederek köpeği ezmişti. Sonuçta sarı köpeğin gebermiş olmasından hoşnuttu.

Diğer köpekler de otobanın kıyısında biriktiler. Sırayla otobana fırladıklarında Fahrettin Berke, aklını tümüyle yitirdiğinden emin oldu. Köpekler yolun karşısına geçmek için değil, apaçık intihar etmek için yola fırlıyorlardı. Fahrettin Berke de köpeklerin intiharını daha yakından izlemek üzere otobanın kenarına koşmuştu.

Diğer dördü de sırayla ezildiler. Köpeklerin leşleri, yağan yağmurla birlikte ağır vasıtaların altında sürüklenmiyor, adeta otobandan uzaklara akıp gidiyordu. Yağmur leşlerden hiçbir iz bırakmıyordu. Köpeklerin bir tanesi kendini bir kamyonun altına atmıştı. Kamyon, köpeğe çarpınca hafifçe sarsılmış, yine de kaygan zemine ve çarpmanın etkisine karşın en küçük bir devrilme tehlikesi geçirmeden yoluna devam etmişti. Diğer köpekler ise ölmek için yalnızca TIR’ları seçmişlerdi.

“Bunları anlatırsam herkes çıldırdığımı düşünecek” diye aklından geçirdi. Sonra bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Çünkü büyük olasılıkla, zaten çıldırmıştı. Fakat yaşadığı sanrı bile olsa inanılmaz derecede gerçekçiydi. Hattâ gerçek olabilecek kadar gerçekçiydi. Tepesine düşen yağmur damlaları, soru olmuş sağanak iniyordu.

Hayvanların “hayatta kalmak” güdüleri yok muydu? Gerçi intihar eden iri balıkları da duymuştu fakat intihar etmek sayrılı insanlara özgü, taammüden cinayetin en ürkütücü türü değil miydi?

Daha önceki kentler arası yolculuklarında ara sıra karşılaştığı hayvan leşlerinin ne kadarı bu köpekler gibi intihar etmişti? Yağmur mu, yoksa altına girdikleri tonlarca ağırlığındaki araçlar mı götürmüştü bu leşleri?

Şantiyeyi ve Patron’u anımsadı. Bu yaşadıklarına kendisini sürükleyen neydi? Yaşamda her şey rastlantılardan ibaret miydi ya da hiçbir şey rastlantı değil miydi? Ayrıcalığına ve farklılığına inanmıyordu. Diğer insanların, ortak ve saçma sapan farklılıklarda öbekleşmesini asla umursamamıştı. Örneğin fakülte yıllarında siyah ve şakırdayan poşetlerle sahile ya da kuytu bir parka hemen her akşam içmek için yürüyen öğrencilerden olmamıştı. Basit tercihler ve bedeller örmüştü yaşamını. Geniş bir şartlı refleksler yelpazesine dönen yaşamı bir basitlikler silsilesi miydi, yoksa muammalı bir kaos muydu? Bu sıkışmışlık daha ne kadar sürecekti?

Düzce’deki şantiyeyi yeniden anımsadı. Düzce hakkında duyduklarını... “Rusya’ya giden feribotu kaçıran Çeçen teröristler Düzceli’ymiş”. “Oruç tutmayanları sopaladıkları olurmuş ve bu kentte Ramazan Ayı boyunca tüm lokantalar iftara kadar kapanırmış”. “Komunist kanun kaçakları, dişi hint keneviri eken belalı köylüler ve daha pek çok aykırı insan Düzce’nin bazı dağ köylerinde bir arada yaşarlarmış...”

Yaşamında ilk kez, Düzce’ye gitmeyi istedi. Yaşadığı durumdan kurtulup sağlığına kavuşabilse şantiyeye falan değil Düzce’ye giderdi.

Otobanın kenarında bariyer demirine oturmuş, o korkunç hızlarıyla geçen devasa kamyonları, TIR’ları, otobüsleri ve diğer araçları seyrediyordu. Karşısından her geçişlerinde perişan bedenine doldurdukları rüzgarla, titremeleri ve üşüyüşü artıyordu. İçinde kıvılcımlı bulantılar oynaşıyordu. Üşürken çektiği acıdan ve kan kaybından bayılmak üzereydi.

Yağmur aniden hızlandı. Oturduğu bariyerden yola doğruldu.

Uzun yıllardan beri ilk kez sağlıklı düşünebildiğini fark etti. Nihayet hiçbir kredi kartının geçmediği, üniformalı site bekçisinin yardım etmediği, bahşişin ve dilekçenin işlemediği yerdeydi. Fahrettin Berke KADIOĞLU, ölümün kıyısında biraz daha bekledi. Nedense gülümsedi...


Şubat 2003

Kurtuluş / ANKARA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler