Yanıldın...
Bir sevdaya yahut başka arzulara mıhlanan yıllarının, seni yaşamın kıyısındaki görünmez bir zindana tıktığını anlayıp şaşırdın...
Oysa parmaklıkları da gardiyanları da vardı bu görünmez zindanın. Sezdiğin fakat tanımlayamadığın... Yaşadın...
O seni gerçekten sevseydi genişleyebilecek miydi zindanın duvarları? Bir kâinatın sonsuzda birini zapteden hangi fatih en muzaffer olandı?
Yanıldın...
Tüm dünya senden farklı düşündüğü için değil; dünyaların düşünü, düşüncesini hafife aldığın için yanıldın.
Oysa tümden yok saymalıydın; söylenenleri, sıralanan budalaca engelleri. Yahut tek sözcüğünü atlamadan anlatılanları özümseyip; karşılıklarını sabırla, inançla devşirmeye çabalamalıydın... Seni hafife alarak yanılan “Onlar” olurdu bu sayede.
Budalaca engellere takılarak, yaşamın gerçekliğine tapanları “haklı”, kendini “budala” kıldın izbe bir manastırda.
Karşında sırıtarak, maskaralığıyla kimliğini gizleyen iblise, maskesizliğindi seni “budala” kılan. Ve hiçbir iblisin, aslında ontolojik bir varlık olmadığını söyleyen düşünce, en ilerici olandı milyon yıllık inanışta...
Yanıldın...
Komik ve önemsiz yanılgılarından, farkında olmadan fukara mutluluklar yarattın bazı zaman... Örneğin; Monet’nin Güller’i mi yoksa Günbatımı mı daha özeldi bir türlü bulamadın. Monet’nin Gülleri’ni ve Günbatımı’nı; bahçedeki güllerle ya da bir Akdeniz sahilini hüzne boyayan günün batışıyla karşılaştırdığın yalnızlıkların da oldu... Ve Monet ölü bir ressamken artık, sen de yaşayan bir yalnızlıktın...
Yanıldın...
Bildiklerinden, şaşmaz bir pusula yaratmaya çalıştın usanmadan. Yönsüzlüğün ya da durmaksızın bir çıkmaz sokaktan diğerine voltalaman elbet kaçınılmazdı. Yalnızca dışında değil, bedeninde de gezdirdiğin zindanınla yaşlandın...
Kaybolduğunu ya da yorulduğunu anlaman için hâla başka pusulalara gereksinim duyman, ne kadar tuhaf...
Shakespeare, “Deneyim, aptalların okuludur” demişti senden yarım bin yıl kadar önce... Sen o okuldan diplomasız mezun olan, kaç milyarıncı insandın?
Yanıldın...
Gerçek savaşta vuruşan taraflardan hiçbirine katılmaya cesaretin olmamıştı. Ve fakat sana ait olmayan savaşlarda, aylak orduların neferliğine usanmadın. İlkel ve barbar orduları küçümsemek değildi hatan. En dağınık, senin gibi en sadık neferlerinin bile yenilgiler için birbirlerinden habersiz talih birliğine girdiği saflarda yer alman; benliğini çürüttü.
Sen gevezelik ederken ölümle yaşamın insanı çıldırtan kardeşliği üzerine, saat tik takları sonsuzluğa deviniyordu seni aynı hiçlikte bırakıp.
Açlıktan sızlanırken yalnızca tıka basa tokluğun değil esrikliğindi seni yanıltan. Dini olmayan bir peygamberdin insanlar söylediklerine iman etmezken. Yanılgıların, yaşamı çok eksik etkiliyordu.
Yanıldın...
Her önemli yanılgınla yeniden doğarak... Öfkenden ağlarken yanılmaktan nefret ediyordun... “Doğduğumuzda ağlarız, çünkü bu maskaralar sahnesine çıkarız” diyen tiradıyla sahneden geçen kaçıncı soytarıydı? Hangi çıldırtan gerçeği sana bırakmıştı Lear’ın soytarısı?
İçindeki vandal tüm güzellikleri parçalıyordu. Oyundu her şey... Söken şafakları, saba makamındaki ezanı, senfonileri ve kuşların kanat sesini, bu oyunda ıskaladın.
Yanıldın...
Belleğin; “Olan” dan “Olmayana” arzuların gel – gidiyle kaynayan alevli bir okyanustu. Bu okyanus; kesinlikle ne sendin ne de tümüyle senin dışındaydı. Mülkiyet, şehvet ve şöhret; düşünsel dalgaların en yüksek doruklarındaydı. Dalgalar çekilirken kalan deniz yıldızların, istiridyelerin; suya erişseler de ölürlerdi. Kaynayan dalgalar, onları yaşatmaya uygun olmayan tutkulardandı. Kardeşçe bir bölüşüm, huzur ve vefa; sularında yaşayamazdı... Ne dalgalara hükmedebilirdin, ne de yıldızlar istiridyeler sana kalırdı bitmek bilmeyen çalkantıdan...
Kim olduğunu ve kim olmadığını, asla gerçekten umursamadın...
Boş hayallerini saymazsak; “Olmanın” ya da “Olmamanın” o fersiz sınırlarını hiçbir zaman zorlamamıştın. Oysa “Olmak ya da olmamak”tı “Bütün mesele”...
Yanıldın...
İçinde can çekişerek ölüyordu yaratı ve sanat. Zamansızlığı gerekçe gösterip bu korkunç ölümü sessizce onayladın. Zamanın bir parçasının da kendin olduğunu nedense kavrayamadın. Özünden çıkan o vandalın çelik parmakları sıkıverdiğinde gırtlağını, yaşamla arandaki eğreti köprünün altından çok sular akmıştı. Belleğinin okyanusundaki sulardan daha duru olmayan; Heraklit’in Irmağı’ndan çağlayan sular bir gün, senin eğreti köprüyü de içine alıp, geride tek kişilik bir ada bıraktı...
Yanıldın...
Yanılgılarının yıkımının; senin dışındaki insanları tedirgin edebildiği kadar geçebilirdin tarih kitaplarına. Üç beş zavallıyla birlikte sadece seni tedirgin edebiliyorsa yanılgıların, bilmelisin ki en fazla üzerinde adın yazacak mermerden bir taşın dayanıklılığı kadar yanılmışsın...
(29 Kasım 2002, Kurtuluş - Ankara)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder