14 Mayıs 2010 Cuma

GODOT'YU BEKLEMEK...

Godot’yu Beklerken’i ilk kez, ortaokuldan liseye geçtiğim yaz okumuştum. Kitabı, nefes aldırmayan bir Temmuz sıcağında, Antalya’daki evimizin balkonunda bitirdiğimi anımsıyorum. Karmakarışık aklımda o cehennem sıcağıyla birleşen şiddetli bir fırtına kopmuştu. Nesneler sararırken gözlerim kararmıştı. Yıllar sonra, Bay Godot’nun gelmeyişiyle yeniden karşılaşacaktım. Beckett’ın çocukluğumun sonlarına yaptığı eşek şakasını, usum ve yalnızlığımda, gençliğime taşıyacaktım...

Hukuk Fakültesi’nden mezun olunca frapan bir kadına benzeyen İstanbul’dan ayrılıp, Ankara’ya yerleşmiştim. Yazıdan umudu kestiğim, sancılı zamanlardı. Başkentte, yüksek maaşlı ama gece yarılarına kadar çalışmayı gerektiren bir memuriyeti seçmiştim. Bay Godot ile işte asıl Ankara’da tanıştım... Ankara Sanat Tiyatrosu’ndaki 2003 yılı galasında.

Didi (Vladamir) ve Gogo (Estragon) adlı hırpani giyimli iki genç adam gözlerimin önünde Bay Godot’yu beklemişlerdi. Bir tiyatro metnine ve yaşamın biteviye akışına sığmayacak kadar delice bir bekleyişti bu. Didi ve Gogo, kavga ediyorlar, yoksullukla boğuşuyorlar, sefil bir kuklaya dönmüş bir uşak ve gaddar efendisiyle karşılaşıyorlar; efendiden kemik, uşaktan eğlence dileniyorlar, intiharı ve birbirlerinden ayrılmayı düşünüp, yine de ısrarla Bay Godot’yu bekliyorlardı. Ne birbirlerinden ayrılabilecek dermanları vardı, ne de Bay Godot’nun geleceği...

Pozzo adlı zalim efendi kör oluyor, mevsimler değişiyor, fakat sinir bozucu, acınası bekleyiş bir türlü sona ermiyordu. İki perdelik bu oyunda, bekleyenlerin tükenişi ayyuka çıkarken, bir çocuk sahneye dalıyor ve Bay Godot’nun “yarın geleceğini” muştulayıp kayboluyordu. Çocuk’un anlattığına göre, kendisi Bay Godot’nun hizmetinde çalışıyordu. Patronu Godot, Didi ve Gogo’ya beklemeye devam etmelerini öğütlemişti. Didi ve Gogo, sorguladıkları Çocuk’a önce öfkeleniyorlardı. Fakat en sonunda, sorularını çoğunlukla “Bilmiyorum Bayım” diye yanıtlayan ketum ufaklığın arkasından çaresizce bakakalıyorlar, Godot’nun öğüdüne itaat ediyorlardı. Oyunun finalinde ise Didi dayanamayıp, arkadaşına “Gidelim mi?” diye soruyordu. Gogo, “Evet, gidelim” diye yanıtlasa da bir yere kıpırdayamıyorlardı. Nihayet bu çıkışsız bekleyişlerine son perde kapanıyordu.

Kuşkusuz, özetlenebilecek bir oyun değildi Godot’yu Beklemek. Anlamlar ve anlamsızlıklarla yüklüydü. Oyun bittiğinde kesinlikle sarsılmıştım. Absürt tiyatronun beni allak bullak eden bu görkemli yapıtı, yarım yüzyıl boyunca tartışılmıştı. Oyuncuların şapkalarından, en açık tiratlarına kadar, oyun defalarca didik didik edilmişti. Kapalı anlamları ve simgeleri defalarca sorgulanmıştı. Elbette Beckett’a da Godot’nun kim olduğunu yahut neyi simgelediğini defalarca sormuşlardı. Beckett’ın, bu soruların yanıtını bilmediğini söylediği bir röportajını okumuştum ve hiç şaşırmamıştım.

Godot’nun ve bekleyişin bana çağrıştırdıkları, tam olarak neydi? Söz konusu beklemek, nasıl bir belkelemekti? Bay Godot nasıl bir adamdı ki çıkışsız insanları bekletmek için bir çocuğu kullanmıştı? Yoksa asıl, çocuğun hattâ bekleyenlerin Bay Godot’yu kullanmaları mı söz konusuydu? “Bilmiyorum bayım”...

* * *

Bazen beklemek, yaşamı ertelemekten başka şey değildir. Ve çoğu zaman, beklemek yahut ertelemek, zamanla işbirliğine girilen bir öz ihanet biçimidir. “Çocukları bir evlendirsek” dersiniz yahut “Şu arabanın taksitleri hele bir bitsin” diye iç geçirirsiniz. Edindikleriniz ve umduklarınız, düpedüz eksilişinizdir artık. Örneğin “Askerliği bir başınızdan savsanız”, sözüm ona sizi kimse tutamaz, iş de kurarsınız, sıcak bir yuva ve “sağlam” bir gelecek de... Erken seçim bir yapılıp, o desteklemediğiniz parti bir iktidardan düşse; nasıl da düzelecektir çoğu şey... Oysa Bay Godot, kim bilir hangi hiçin sislerinden, siz O’nu beklediğinizin farkında bile değilken, size göz kırpıp sinsice gülümsüyordur olmayan dudaklarıyla...

Bay Godot, basiretsiz insanlar sayesinde; bazen Pazartesi başlayan yeni işgünü, bazen bir yıldönümü, bazen de yeni yılın ilk sabahı kılığına giriverir. Ve sadece beklenir. Kötü bir alışkanlıktan kurtulmak, hayırlı bir işe koyulmak yahut birisine inanılmayacak kadar değerli bir jest yapmak için... Dönüşüp anlamlarını yitiren takvimlerin, uyduruk maskeleri düştüğünde; güçsüz insanların onları aslında Godot kılığına soktuğu yine de anlaşılmaz.

Bir çaresizlik nöbetinde, aczini hep kınadığınız kıvranan, zavallı insan siz olursunuz. Bin bir sıkıntıyla bitmek bilmez borçlarını ödediği kredi kartlarını kıran, yahut sayısız içsel depremin ardından giden sevgilisinin fotoğraflarını tek tek yakan öfkeli insan, siz oluverirsiniz...

Oysa kendinizi güçlü sandığınız beyhude zamanlarda nasıl da küstahça küçümserdiniz, oyunu kurallarına uymadan oynamaya çalışanları. Paranız belki de görece mutluluğunuz varken hakir görmek zor değildir. Godot’nun gelmeyeceğini fark edip yeniden beklemeye ikna olana kadar, acınası bir yalnızlıkla ve ilkel tepkilerle olan biteni unutmaya çalışırsınız.

Bay Godot’un amansız beklenişi, çoğu insana gizlice emreder: “Tüket ve iste! Her şey düzelecek...” diye. Yoksulluğun yahut aşkın, meşakkatli ve bilgece yakan, demirden kurallarını öğrenemeyince, üç günlük dünyaya rezil kepaze olursunuz.

Kendinizin olmayanı harcamaya çalışmak, gerektiğince sevip sevilememek hep aynı çıldırtan erteleyiş değil midir? Ne olur “Çağımızda gerektiğince sevip sevilmek nasıl olabilir?” diye sormayın. Bu zehri, hissederiz fakat asla anlatamayız. Ne ben size, ne de siz bana... Fakat Arik Kaplun adında İsrailli bir rejisör, o şiirsel kareleriyle bir filminde biraz olsun anlatabilmiş. O filmde, bir Ortadoğu şehrindeki sirenler nükleer tehlike için çalıyorken; İsrailli bir oğlanla Rus bir kız sevişiyorlardı. Ve suratlarında gaz maskeleri vardı. Sevişebilmek için; barışı, İsrail’in insafa gelmesini yahut Arafat’ı dinlemeyen Arap fanatiklerin bombalı eylemlerini sona erdirmesini beklemiyorlardı. Ölümü bile göze alan bir cesaretle, Bay Godot’ya ve geleceklerine boş veriyorlardı.

Godot’nun beklenemeyeceği zamanlar ve beklemeyenler de az değildir şükürler olsun... Bir barikatın arkasında, yüksek bir düşünce uğruna vuruşurken Godot’yu bekleyemezsiniz. Cümbüş ve keman sesleriyle şenlenen, serin bir bahar rüzgarının estiği, portakal çiçeği ve anason kokan bir bahçede; eşin dostun arasında çocukça eşlik edilen hafif sarhoş şarkılar, çok uzaktır Bay Godot’ya ve kahrolası bekleyişe. Yerle yeksan bir yalnızlıktan; hınç, insanlık onuru ve yaratma dürtüsüyle doğrulmaya çabalayanlar, Godot’nun gelmeyişini akıllarına bile getiremezler, çünkü O’nu beklemeyi bilmezler.

Kapitalizmin yahut sevgilinin kusurlarından, acımasızlığından sızlanmak bir işe yaramaz Godot’yu beklemekten vazgeçmeyenler için. Dünyanın tüm eziyetli kurallarını değiştirmeye cesareti olmayanlar, genellikle farkına varmazlar sadece beklediklerinin. Oysa zavallı Didi’nin ve Gogo’nun aptallıklarına hüzünlenip, gelmeyecek bir adamı “Neden halâ beklediklerine” ukalaca şaşkınlık duymak gerçekten kolay iştir.

Asla yazdığınız kadar parlak olmayan özgeçmişinizi gönderip, yanıtını yahut Godot’yu beklemek bir birinden ne kadar farklıdır? Terk yahut reddedilen aşıkların kimseye, çoğu zaman kendilerine dahi itiraf etmeden kutsal bir işareti gözlercesine bekledikleri o acımasız sevgili midir? Yoksa Bay Godot’nun ta kendisi mi?

Ellerinde piyango bileti on milyonlarca çulsuz, hafta sonu yapılacak çekiliş sonuçlarını yani Godot’yu bekliyor takvimler ilerlerken... Lotarya çekilişinden sonra Çocuk sahneye dalıp, “Bay Godot yarın mutlaka gelecek” diye mırıldanıyor Didi ve Gogo’ya... Didi’yle Gogo önce öfkeleniyorlar, sövüp sayıyorlar durmaksızın. Sıkıntının, buhranın cenderelerinde günler ölürken, Çocuk’a inanıp, teslim oluyorlar çaresizce. Yeni bir bilet alıp, yeni hafta sonunun yeni çekilişine güdümleniyorlar.

Hangi hafta sonu yahut hangi sevgili yeni; ne kadar düşündünüz? Hangi iş, hangi şehir? Godot’nun beklenince geldiği nerede görülmüş? Düpedüz; uyanılamayan bulanık bir düş... Bekleyecekseniz bile, beklerken düşününüz...

Godot’yu Beklerken oyunu, bir cinnet anlatısı ve eylemsizlik destanıdır. Gogo, çok kısa bir süre sonra tekrar karşılaştığı, ne kırbaçlı despot Pozzo’yu anımsar, ne insan müsvettesi uşak Lucky’yi, ne de haberci Çocuk’u... Didi, bunları belli belirsiz anımsar, ama tam çıkaramaz. Yeniden karşılaşılan karakterler de Didi’yle Gogo’yu asla anımsamazlar. Oyun boyunca tümden bilinci yitmemiş, bir şuursuzluk sürer gider... Tüm cinnet, öykünün de kişilerin de zamanda kaybolduğu bir fasit dairede anlatılır.

Ben, Bay Godot’la asıl Ankara Sanat Tiyatrosu’nda tanışmıştım. Ayaz bir başkent akşamıydı. O’nun gelmeyişini görmeye giderken, rüzgar ve yalnızlığım yüzümü acıtıyordu. Yüksek maaşlı ama beni tüketen bir memuriyette çalışıyordum. Yazıdan umudumu kestiğim sancılı zamanlardı...

Godot’nun beklenemeyeceği zamanlar ve beklemeyenler de az değildir şükürler olsun...

1 yorum:

  1. Hani böyle buruk ama hoş lezzetler vardır..Öyle bir yazı olmuş işte.Emeğinize ve yüreğinize sağlık...

    YanıtlaSil

İzleyiciler