30 Aralık 2010 Perşembe

YENİ YIL GEVEZELİĞİ


Yeni yıl kutlamak iyidir..

Sırf dincilerin gıcık kapmasından dolayı bile yılbaşı eğlenceleri, selbi protestolara yeğdir. Çoluğun çocuğun naif, masum sevinçleri.. Kadınların insana hayatı hafife aldıran alışveriş telaşeşi..

Pırıltılı vitrinleri, tatlı su solcusu belediyelerin ışık ışık dekorlarını, dandik dükkânlardaki üfürükten pamuklu yaldızlı yılbaşı süslerini severim..

Fakat sapıtırcasına coşan, yılbaşı gecesi kutlamalarında alkol ve gerzeklik duvarını aşanlardan çok o lüks otellerde, gece klüplerinde lavabo temizleyen, bulaşık yıkayan, servis yapan insanlara daha yakın hissederim. Ziyadesiyle ben de içeceğim, ziyadesiyle “eğlenen adam” taklidi yapacağım, yeni süet bleyzırımı giyip ben de karımın zoruyla “yılbaşı kutlamak için” bir otele seyirteceğim. Bakıcının saatine 30 dolar ödeyip 5 – 6 saat boyunca sığır gibi yiyen, tepinen insanlara sarhoş kafayla şaşkınlık duyup dansözün memelerinden dikkatimin dağılması dışında çocuklarımı merak edeceğim..

İsa Peygamber’in doğduğu tarih hattâ bazı kelli felli araştırmacılara göre doğup doğmadığı kesinlikle net değil. Yılını mılını geçtim örneğin İsa’nın doğum günü Ortodokslar’a göre 7, bir kısım başka Ortodokslar’a göre 9 Ocak. Otorite “takvim böyle icap ediyor” demiş. Sıfır yılı milat olmuş. Diğer çoğunluk Hristiyan’a göre İsa 25 Aralaık’ta doğmuş fakat milattan sonra iki yüz yıl kadar aklına şaştığımın kilisesi tarafından Noel kutlamak günah ve batıl ilan edilmiş.

Bir de hemşehrim Antalyalı Saint Nicholas var. Santa Claus'un yani Noel Baba’nın Demreli Aziz Nicola olduğu rivayet edilir. “Demre sıcağında kar, geyikli kızak ne arar toprağım?” demeyin.. Santa Claus kırmızı kostümlü, geyikli beyaz sakallı şemalini ilk kez 1863 yılındaki bir kaynakta göstermiş. Gerisi hediye dolu kar kızaklarına bağlı sanal hayvancıklardan çok daha geyik..

Noel Baba’yı kapitalist sisteme ve dünya sabi sübyanına musallat eden Coca Cola’nın 1930’da başlattığı bir kampanya..

Aslen Noel Baba kültü, Hristiyanlık öncesi çağlardan gelip Hristiyan inanışı ile sonradan hemhal olan eski bir mittir. (Bizdeki şamanist kültürün kahramanı Dede Korkut'un, sonradan İslami öğelerle tanışıp zamanla sözlü tarih aktarımında görece Müslümanlaşması gibi). Gerisi Coca Cola’nın cinliği, kapitalizmin dingilliği.

Mamafih dingillik kapitalizme özgü değil.


Ekim Devrimi'nden sonra teolojiyle beraber her dini temayı yasaklayan Bolşevikler, henüz yeni yeni tanınmaya başlayan Santa Claus'a bile ambargo uygulerken bir nevi Slav Noel Babası olan Ded Maroz'u "dini olmayan" (Ortodoks kültürden gelmeyen) bir figür olarak yasaklamamışlar, çocukların eğlentisine, gençlerin imrenmesine fazla limon sıkmamışlardır..

Aslen lacivert kostümlü, soluğuyla etrafı donduran, korkunç bir karakter olan Ded Maroz zamanla bilhassa 50lerde “komunist rengidir” diye kırmızılara bürünmüş. Hediyeci, şakabaz, kadirşinas bir sevimli ihtiyarcık olup çıkmış. Yoldaşlar, “sosyalist toplum batıdan özenmesin Noel Baba’ya bilmem neye, aha bizim Ded Maroz emmi daha babacan, daha tonton” demişler. Ded Maroz’un yanına bir de sevimli kız çocuğunu, torunu olarak iliştirmişler.

Konudan saptığımız yeter. Bu Noel madarabazlıklarının pek çok teferruatına vakıf olmam, beni yılbaşı kutlamaktan, zaman zaman evdeki bebelere “Ho Ho Ho” diye Noel Baba taklidi yapmaktan alıkoymaz gülüm..

Bilirim 2011’de de badem bıyıklılar telefonlarımı dinlemeye, birileri benzine zam yapmaya, televizyondaki envayi çeşit adam anamıza söver gibi yalanlar sıralamaya devam edecekler. Sinirle, stresle para kazanma gayreti, Cim Bom’un perişanlığı, kısacası boktan giden her şey aynen sürecek..

Buzlu rakılardan boğaza ve ağrıyan başa sirayet edecek bir azapla, öğleye doğru sersemce kalkılacak ve yeni yıla falan değil ayaz bir Cumartesi’ye uyanacağım. Evime sadece birkaç yüz metre mesafedeki lüzumsuz bir otelde...

Olsun yılbaşları güzeldir. Yılbaşı ülkemde pek çok evde lise öğrencilerinin babalarının yanında serbestçe içki içebildiği gecedir. Sonsuzluğa karışmış üst soylarımla oynadığımız tombalaların, soba üstü kestanelerin, patlamış mısır kokan gecekonduların çocuk yılbaşlarına kaç ışık yılı hasret, ne denli uzağım iki gözüm...

Bu yıl 31 Aralık Cuma’ya denk geliyor. Ve ben öğleyin Manavgat Külliye Camisi’nde Cuma'yı kılıp akşam otelde zilzurna benle kadeh tokuşturacak esnaf, doktor ve sair dostlarıma hayranım. Cansınız siz..

Hepinize şahane yıllar, ömürler dilerim. (Beyhude)


5 Aralık 2010 Pazar

HAZER'iN SAHİLİNDE - YUHU (YUXU)



Antalya Radio Box’ta Ali Burak’la Black Light adlı bir program yaptığımız yıllardı. 95 – 96 falan..

Yuhu (Yuxu) ile sanırım Ali Burak sayesinde Black Light günlerinde tanışmıştım. Müziklerine hayran kaldığım Yuhu’nun Azerice “uyku” anlamına geldiğini Azeri – Ülkücü bir arkadaşımdan duymuştum.

Bugüne dek dinlediğim en sağlam gitaristlerden birisi olan Namık Nagdaliyev tüm şarkılarında dinleyeni alıp götürüyordu. Cesur Memedov adlı güçlü bir vokalleri vardı. Davulcuları Cengiz Eyvazov ve bas gitaristleri İbrahim Aminov ile Yuhu inanılmaz bir gruptu.

Demir perde yıkıldıktan sonra Türkiye’ye koşmuşlar sanırım Barış Manço’yu bulmuşlar, bir şehir efsanesine göre kendilerine “tek seferde kayıt” şartı sunan yapımcılarına karşın aslanlar gibi stüdyoya girip hiç hatasız bir defada albümlerini kaydedip çıkmışlardı.

Daha sonra İstanbul’da Caravan barda onlarca defa kendilerini dinledim. Rock yıldızından çok kamyon şoförüne benzeyen bu sıkı müzisyenlerle arkadaşlık etme, alkol ve müzik tüketme şansım oldu.

Sıcacık, türlü kazıklar yemişliklerine karşın müziğe aşık, Türkiye’yi seven ve sıra dışı yeteneklere sahip adamlardı..

İkinci albümleriyle de hak ettikleri yere gelemediler, dağılıp gittiler.. Namık Nagdaliev halen Türk müzik piyasasında. Kıraç’la çalışıyor ve bir söylentiye göre Kıraç’ın cüz’i ücretler ödeyerek kendisinden satın aldığı dizi müziklerinin, bestelerinin önemli bir kısmına aslen imza atıyormuş.

Baterist Cengiz Abi ise İstanbul’da bir tatoo salonu açmış. O dönemlerden de kendisinin desene, resme ve dövmeye merakı olduğunu anımsıyorum. Yıllardır görmediğim diğer grup üyelerinin akıbeti hakkında ise bilgim yok..

Azerice değil İngilizce – Amerikanca söyleselerdi daha da önemlisi Azeri Türk’ü değil ecnebi olsalardı, bugün bu adamların serveti – ünü nice olurdu, dinleyenler karar versin..



21 Kasım 2010 Pazar

Sırrı Süreyya ÖNDER'e Açık Mektup


Devrimci mevrimci değilim uzun yıllardır Abi. Şükür devirci de değilim, olamam mamafih.. Ezberci parti robotlarından çok çektik. Polis jopunun değil kırılan hayallerin, duvarlar ve Sovyetler yıkılınca bizi de yıkılmış sayan "önderlerin" vebalidir şu kıyıda köşede kalmışlığımız Sırrı Süreyya Abi.

Ağızlarını yaya yaya dün sloganını attırdıkları tüm değerlerimize bugün korolar halinde küfreden, küfrettikçe gebeşleşen, olanca yiğitliğiyle ölmüş arkadaşlarının eksik ömürlerinden utanmayıp dönenlerle bir tutma Abi. Dönmek değil yılmak ve teslim olmaktı hissemize düşen. Senin gibilerin uzağına savurdu hayat. Zaaflarımız, tek bir yalanın binom açılımı gibi sinsice çoğaldı. Ve bize büyük sözler söyleyen her adam çok küçülmüştü yazık ki. Ketenperenin, ihanetin sonu gelmedi.

Uzaktan uzağa şimdi yeni tanıdım seni. Sen ne güzel insansın Sırrı Süreyya Abi. Bir omuz ver. Arkadaşlığını esirgemeyeceğinin sözüyle beraber.. Evimi, arabamı, tuttuğum takımın kombine biletini kısacası edindikçe beni eksilten tüm şu şeyleri sol elimin tersiyle savurup iteyim.. Felsefenin Temel İlkeleri'nden başlamaya hazırım Abi. Yeniden. Orta son muydu lise bir mi o yüreğimle.. Her yenilgi bile bile lades olsun üstümüze üşüşen şu rezil akbabaların öceş kemiğinden. Aslında aklımızda! Amma varsınlar üttük sansınlar be Abi..


21 Ekim 2010 Perşembe

ÇİNGENE


- I - bekleyiş

Çıplak tepenin üstünde tek ışık yanıyordu. Tek odalı baraka, bu sarı fersiz ışığı sızdırıyordu. Tepe ve baraka sus pus eğretilikleriyle ilk kez o gece kentin bir parçası olmuşlardı. Başkent, yenice ve her şeyiyle o ihtilal gecesi sessizliğe gömülmüştü.

Aç köpeklerin ulumaları, yaşlı kuzgunların çığırışları bile o gecenin olağan dışılığına sinmişlerdi, barakadan duyulmuyorlardı. Tepenin ağaçsızlığı, evsizliği hatta taşsızlığı, barakanın penceresinden dışarıyı seyreden kadının ifadesiz yüzünde tek çizgiyi yerinden oynatmıyordu. Kalın naylonu, delik köşesinden pencere kenarındaki çiviye geren kadın, camsız ahşap çerçeveyi kapattı. Yerdeki aşınmış kadifeyle kaplı mindere oturdu. Gözleri, adama yöneldi.

Yirmi metrekarelik odada adamın oturduğu plastik iskemle ve uyurcasına yaslandığı piknik masasından başka sıradan ailelerin evlerinde kullandıkları türden hiçbir eşya yoktu. Belki bir de odanın tam ortasına alçak tavandan sarkan kırk mumluk ampul...

Adam kıvırcık, esmer başını ağırca kaldırdı. Işıldayan gözlerini kendisine bakmakta olan kadına dikti. Bir dakikaya yakın bakıştılar. Adam kafasıyla, boş odanın kendilerine en uzak köşesini işaret etti. Odanın tabanı yıpranmış muşambalarla kaplıydı. Oturdukları minderle sandalye dışında, bir köşede küçük bir tüp gaz, duvara asılı birkaç yamru yumru sahan, bir başka köşede kapalı ahşap bir sandık ve tam adamın işaret ettiği yerde bir tel dolap duruyordu. Barakanın eşyaları bunlardı, üstelik etrafta yatacak, giyecek, çeşme ya da hela görünmüyordu.

Kadının kupkuru bedeni minderden kalkıp tel dolaba vardı. Kadınla erkek zayıflıkta yarışabilirlerdi ama adam oturduğu yerden bile iskemleye sığmayan upuzun bacaklarıyla, kadının cüceliğe yakın kısalığına fark atıyordu. Kadın, elindeki mor renkli büyük ve koyu kahverengi küçük şişeleri masaya bıraktı. Bir deri bir kemik kalmış dişi bir hayalet gibi tel dolaba geri döndü. Dolaptan aldığı bardağı, bir yoğurt tasının dibindeki iki avuç beyaz leblebiyi ve bir çay tabağının içindeki kurumuş yarım limonu adama uzattı.

Teşekkürsüz, sitemsiz, sorusuz önlerine baktılar. Bir an için suskun sefaletlerine, konuşmamaya yeminliymişçesine dalmışlardı.

Kadın, bir işaretiyle masasını donattığına göre koşulsuz adamın hizmetindeyse de adamın süklüm büklümlüğüne karşın daha rahattı. Adamın kıvranan tedirginliği gibi, kadının kendinden emin davranışları da dikkat çekiyordu. Adamın perişan ezikliğinde, belki de kadınının bu umursamaz rahatlığı tuhaf bir başrol oynuyor, sanki kadın gizlice adama hükmediyordu. Sonuçta gerek efendi gerek köle olmak için berbat bir yeri bölüşmekteydiler ve adam bardağının dörtte üçünü ispirtoyla doldurmuştu.

Yaralananlara, kazaya ve türlü felaketlere uğrayanlara yardım için kurulmuş bir derneğin sattığı maden suyu şişesini çakısıyla açan adam, ispirtonun üstüne iki parmak bundan döktü. Pörsümüş limondan her nasılsa birkaç damla su sıkarak kokteylini tamamladı. Gömlek cebinden çıkardığı sigarasını yakıp, ilk yudumunu aldı.

Adamın veremli, kesik öksürükleri dışında sessizlik, anlamsızlık olmuş barakanın her yerine dolmuştu. Adam, dört bardak dolusu içti. Masadan doğruldu. Bacakları uzun olduğu kadar çarpıktı, bedeni hafif kamburdu. Sert ifadeli, yakışıklı sayılabilecek kemikli bir yüzü vardı. Üç beş adım sallanmadan yürüdü, sallandığı birkaç adımın ardından iskemleye yeniden oturdu. Sigarası artık hemen hiç sönmüyordu. Her nasılsa konuştu:

- Gelmek üzerelerdir. Ezan okundu mu?

Kadın mırıldandı:

- Yatsı çoktan okundu. Sabaha az kaldı.

Adamın harap ses telleri barakada son kez titreştiler:

- Sabah ezanıyla gelirler...

Hırıltılı yeni öksürüklerle iç içe, yeniden ve uzunca süren mutlak sessizlik barakanın kapısında duyulan belli belirsiz tıkırtılarla bozuldu. Kadın zor olanı yapmaya başladı. Yayvan kahkahalarla gülüyordu. Hızlıca minderden kalkıp kapıyı Yaşar’a açtı. Henüz kapının eşiğinden Yaşar’ı barakaya buyur etmeden ve yerine dönmeden tütün soluyan adama konuklarını muştuladı.

- Bak hele babası; Yaşar gelmiş! Bu vakitte ışığı gördün de mi geldin Yaşarım?

Adam da çürük ve eksik dişleriyle tedirgin bekleyişini unutmuş gülümsüyordu.

Yaşar, odanın tam ortasındaki görünmez yarım dairenin yörüngesince dolaşıp çevreyi kolaçan ettikten sonra adamın ayaklarının dibinde durdu. Adamı tepeden tırnağa süzdü. Oracığa uzandı.

Yaşar tombul, yeşil gözlü, cins bir kediydi. Diğer tüm üç renkli kediler gibi Yaşar da dişiydi. Kına renginin ve beyazın egemen olduğu uzun, parlak tüyleri kabarıktı. Kahverenginin tonlarına siyahın karıştığı alalarıyla, tüylere gömülü küçücük yüzüyle ve burnundaki sarı benekle oyuncakçı vitrininden fırlamışa benziyordu.

Adam, Yaşar’ı kucağına alıp tertemiz tüylerini okşamaya, karnını kaşımaya başladı. Yaşar’ın gözleri kısıldı, kuyruğu sarkaçlaştı, mırıltıları arttı. İyice sırnaşan kedi, çevik bir hamleyle yere atlayıp bu kez kadının kucağına fırladı. Kadın, hayranlıkla Yaşar’ı seyrediyordu. Konuşan sanki kendisi değil, sevecen bir anneydi:

- Kızım iki gündür ne yedi ki babası? Ben fabrikanın kapısından yemek bulurum haspama. Yarın sabahtan doyururum zavallımı. Bak nasıl süzülmüş, zayıflamış...

En az yedi – sekiz kilogramlık kedinin zavallılıkla uzaktan yakından ilgisi sezilmiyordu. Yaşar, kadının kucağında uyuklamaya başlarken, adamın genç fakat kırışıklarla dolu suratında kara bir gölge dolaştı. Adam bir şeyleri anımsayarak sigarasından tedirgin ve dolu soluklar almaya başladı. Öksürükleri sıklaşmıştı.

Olanca yoksulluğuna ve derme çatmalığına karşın kirin zerresinin göze çarpmadığı barakadaki garabet, soylu bir kedinin kupkuru bir kadının kucağında uyuyuşuyla katmerleşiyordu. Kadın yavaşça Yaşar’ı mindere bırakıp aniden sıçradı.

- Geliyorlar!

Adam başını öne eğdi, yerinden kalktı. Vızıltı gibi başlayıp yaklaştıkça çoğalan bir motor sesi devinmelerine neden olmuştu. Kadın sandığa doğru seğirtti. Sandıktan bej, yün bir hırka çıkardı, adama eski hırkayı giydirdi. Adamı almaya gelen araç sesini çoğaltarak barakaya iyice yaklaşmıştı. Tepenin doruğuna yani barakaya yönelen aracın güçlü farları, birkaç yüz metreden barakanın kör ışığını bastırarak, odaya doluyordu. Yolu olmayan barakaya varabilmek için şoförün yaptığı manevralar gereği ara sıra kaybolan far ışığı, üzerlerine her yeni yönelişinde daha da parlaklaşarak, adama çabuk olmasını emrediyordu.

Adam kendini dışarı attığında kadının gözleri nemlenmişti. Dış kapının hemen yanındaki yayları fırlamış çek – yatı aralayan adam, bunun raflı iç bölümünden aldığı ayakkabılarını giydi. Barakanın önünde kalakaldı. Adamın ortasında dikeldiği serinlikte, gecikmiş bir baharın gecesi sabaha kavuşmak üzereydi. İri yıldızlar yağmursuz geçecek bir günün habercisiydi. Düzgün viteste ağır ağır tırmanan kamyonetle kamyon arası askeri araç, adamın yanına varmadan durdu.

Aracın motoru susmadan içinden inen biri, 20 – 30 metreden, o ıssızlıkta zorunluymuş gibi bağırmaya başladı.

- Suat denen herif sen misin ulan?

“Benim” diye çatallaşan bir sesle, aradıkları Suat olmanın utancıyla yanıtladı.

- Yürü ulan iki adım! Araba yolda kalacak bu dağ başında. Başımızı derde sokma.

Suat koşar adımlarla cemseye yürürken, çıplak tepeye hangi minareden vardığı belirsiz cılız bir ezan yayılıyordu. Müezzinin sesi, Suat’ın kamburca bedenini daha da hızlandırdı.

- II - yolculuk

Yarım metrede yüz yüze durdular. Arkası çağla yeşili brandayla kaplı cemsenin farları Suat’a az önce bağıranın yüzünü ve üniformasını belirginleştirdi. Bakışmaları kısa sürdü. Suat’a çatık kaşlarla bakan öfkeli adam, otuz beş yaşlarında bir askerdi. Giydiği astsubay üniformasının kollarında kıdemli üst çavuş rütbesi işlenmişti. Suat’ın yüzünü ve giysilerini gözleriyle dikkatlice inceledi. Müezzin, sözleri anlaşılmayan ağlarcasına okuduğu ezanını daha bitirememişti. Uzun boylu, yapılı astsubay güçsüze sövme desibelinde gürledi:

- Önde yer yok arkada gideceksin!

Suat yanlış bir şey yapmamak için ağır devinimlerle cemsenin arkasına ilerlerken, Astsubay sakince seslendi.

- Oğlum Mehmet, arkaya bindir şunu.

“Emredersiniz komutanım” diyen bir er, açılan şoför kapısından aşağı zıpladı. Yeri iri postallarıyla tabanlayarak, cemsenin tam arkasında bekleyen Suat’ın yanına vardı. Ezan susmuştu. Mehmet, arkasında ince plastik kapısı ve bir gözetleme boşluğu bulunan brandayı araladı. Kasada ayrıca barakadakinden daha küçük ama daha sağlam, karşılıklı iki naylon pencere vardı. Mehmet, Suat’ın yüzüne bakmadan eliyle cemsenin kasasıyla sağ arka tekerleği arasındaki basamağı gösterdi.

- Buraya bas.

Suat, “Sen söylemesen de öyle yapardım” demedi. Soğuk izmarit, margarin, pas ve rutubet kokan kasaya tek hamlede çıktı. Suat kasaya çıkar çıkmaz, elinde G – 3’üyle oturan, kırmızı pazıbendinde “İNZİBAT” yazılı bir başka erle karşılaştı. Korkmadı.

Kasanın içi iki yandan, tahta banklarla çevriliydi. Tüfekli inzibat bu alçacık oturma bandında şoförün hizasında ama aracın en arkasında bekliyordu. Suat, inzibatın yakınında oturmayı uygun bulmayarak kasanın sağ ön ucuna oturmak üzereydi ki cemse yola koyuldu. Banka düşercesine ilişen Suat, oturmasını beklemeyecekleri kadar önemsiz biriydi. Aldırmadı, güzelce yerleşti. Suçlu değildi, sırf kendisini almak için araçla gelmişler ve yanına tüfekli bir inzibat vermişlerdi. Suat durumdan hoşnutsuzluk duymadı. Canı yerleşir yerleşmez sigara istedi ama yakmaya da sormaya da çekindi. Cemse çıplak tepeden aşağı, henüz aydınlanmamış sabaha ilerlerken kaç kişinin önde oturduğunu merak etti. Belki de yalnızca o ikisi vardı ama Suat’ın inzibatın yanında gitmesini istemişlerdi...

Oysa Suat’ı kasaya yerleştiren Mehmet ve Suat’ı araca çağıran astsubay, cemsenin ön bölümünde yalnız değillerdi. Astsubayın akranı olabilecek bir Yüzbaşı, Mehmet’le astsubayın arasında oturuyordu. Cemsenin bol sinyalli ve parazitli telsiz anonslarıyla kaplı sorumluluğunu, iki rütbeli bölüşüyorlardı. Astsubaylar kendilerinden yaşça küçük hatta akranları subaylara yalnızca çok gerekli zamanlarda, örneğin ihtilallerde “Komutanım” derlerdi.

- Komutanım, izninizle sigara yakabilir miyim?

- Bir tane de bana ver.

Sigaralarını yaktılar. Komutanın uykusuzluktan kızarmış gözleri, tepenin iki küçük tepecikle birlikte yola kavuşacağı vadideydi. Astsubay saygılı bir merakla sordu.

- Bu nasıl bir meslek komutanım? Nereden bulurlar bu adamları?

Donuk, eksik yanıt gecikmeli geldi.

- Bunların hepsi çingeneymiş...

Gerisi gelmemişti. Astsubay konuşma gereksinimi duydu.

- Şu çingeneyi kazasız belasız teslim edelim de... Gerisi onların işi.

Telsizden gelen yeni cızırtıları izleyen yeni duyurulara kulak kesildiler. Kendileriyle ilgili tek söz yoktu.

Kasadaki inzibatın gözleri karanlığın olanak tanıdığı kadarıyla, gerek kapıdaki holden geride bıraktıkları tepeyi, gerek pencerelerden yeni kavuştukları ve ilerlemekte oldukları stabilize yolun kıyılarını tarıyordu. İnzibat, önde konuşulanları duyamayan Çingene’yle ilgilenmiyordu. Çingene sonunda çekine çekine sordu.

- Tertip, sigara içsek olur mu?

- Olmaz, yasak!

Kasanın içindeki ağır koku karışımında soğuk izmarit kokusu halâ duyuluyordu.

Cemse yoldaki irice bir taştan sakınamayıp tökezledi. Astsubaya konuşma olanağı çıkmıştı.

- Mehmet dikkat etsene lan!

- Yol çok bozuk komutanım.

Yüzbaşı’nın umursadığı yoktu. Bodur çalılıklar ve tek tük meyvesiz ağaçlar araç vadide ilerledikçe sıklaşıyordu. Cemse, seyrek gecekonduların ve kapı önlerinde kâğıt toplama arabaları bırakılmış barakaların arasından ilerliyordu. Yüzbaşı, vadi uzunca bir düzlüğe açılmadan, mescit yerine cami olmasını sağlayan minaresindeki; yeşil florasan lambası henüz sönmüş küçük yapıyı fark etti:

- Okulsuzluk umurlarında değil. Camisiz kalamazlar...

Asfalta çıkmaları için etrafını dolaşmaları gereken irice bir tepenin önündeydiler. Tepenin arkalarından sarının, alev renginin ve grinin tonlarında dumanlar yükseliyor, koyu laciverdi açılmaya başlayan gökyüzünü küme küme bir is bürüyordu. İğrenç, dayanılmaz bir koku her yanı sarmalamıştı. Geniz yakıcı, kesif dumanlar ufuktaki alaca tandan yayılan günün ilk ışıklarını eritiyordu. Dumanlardan taşan koku boğucuydu. Astsubay, kapalı camları kontrol ederken yüzbaşıya açıkladı:

- Çöp yakma fabrikası komutanım. Yazık ki başka yol yok.

- Gelirken böyle değildi. Bizi mi beklemişler? Daha görünmüyor bile üstelik!

Astsubay alıştığı üzere emretti:

- Önünden geçerken hızlı git Mehmet!

- Emredersiniz komutanım.

Yanık plastik, fare leşi, lağım ve mezbaha kokusu gibi tüm berbat kokular, sanki birleşerek ve güçle cemseyi içine çekiyordu.

Cemse, fabrikayla asfaltı gizleyen dönemecin çoğunu aşmışken inzibat öğürdü. Fabrikanın bir bölümü göründü. Bir metropolün kapıda türlerine göre ayrılmış rezil atıkları, sekiz dev bacadan üzerlerine doğru tütüyordu. Çöp kamyonlarının park yerlerinden oluşan fabrikanın son bölümünü de geride bırakırlarken kokudan etkilenmeyen tek kişi hırıltılı öksürükleri dinmeyen Çingene’ydi.

Geniş asfaltta Mehmet biraz yavaşladı. Fabrikayla birlikte kokudan da kurtulmuşlardı. Mehmet’e bu kez Yüzbaşı emretti.

- Oğlum yol boşsa yavaşlama, gecikmeyelim.

Otomatik “Emredersiniz komutanım” karşılığı cemsenin hızına hemen yansıdı.

Asfaltta sabahın ilk seferine çıkmış külüstür minibüsleri, yol kıyısında da bunları bekleyen birinci vardiyaların sigortasız işçilerini gördüler. Yıldızlar gökyüzünden tümüyle silinmemişlerdi. Ama güneşin ucu dağların ardından türlü renk oyunlarıyla kendini belli etmişti. Dolunayın büyülü ışıkları epey azalmıştı. Gökyüzü alacakaranlıktı.

Cemsenin açılan ön camlarından ferahlatıcı bir serinlik yolun rüzgârına eklenerek Mehmet’le rütbelilerin yüzlerinde geziniyordu. Birden anımsayarak “Çingene leş gibi içmiş” dedi astsubay. Yüzbaşı tersledi:

- İstersen önce işkembecide ayıltalım!

Kasadaki Çingene’nin o an tek sıkıntısı sigara içememekti. Çingene, bir kez daha şansını denedi. İnzibata sırıttı; yalvarır gibi sırnaştı.

- Bi sigaracık içsek kim ne der tertip?

- Yasak!

Altı şeritli anayola çıkan araç, şuursuz kentin beynine doğru yönelmişti. Kentin yasak köşelerinden birine ilerliyorlardı.

Çingene, domuz sıkısı hazırladığı mastikalardan kafasına bulaşan dağılmamış bulutların etkisiyle çingeneliğini yaptı. Kasayla, ön bölüm arasındaki brandayı araladı. Üç kişi olduklarını böylelikle gördüğü öndekilerin, bir an için Mehmet dahil tıkladığı camdan kendisine bakmasını sağladı. Elindeki sigarayı ağzına götürüp geri çekti. Saygıyla selam verir gibi başını öne doğru uzatıp, gariban yordamı izin istedi. Yüzbaşı “Olur” anlamında başını sallayıp brandayı örtmesini eliyle sertçe işaret etti. Çingene de brandayı, rütbelilerin önlerine dönmelerini beklemeden örttü. Sigarasını yaktı. İnzibatın yüzünden çocukça bir öfke okunuyordu.

“Duramadı pezevenk” dedi astsubay. Tam da sigara yakmayı düşünürken ama bunun için bir harekette bulunmamışken Çingene’nin sigara içmesine kızmıştı. Şimdi hemen kendisinin de sigara yakması yakışık almazdı. Söz açılınca sıkıntısından kurtulacağı alt bilinciyle konuştu.

- Komutanım, öncekiler hep gece yarıları olmuş. Bunu niye bu kadar geç teslim ediyoruz?

- Ne bileyim! Saat tam beş buçukta getir dediler. Zaten her şey hazır olacakmış.

- Komutanım, sabah sabah nümayiş çıkmasın...

- Gece yarılarındakiler çok mu patırtısızdı?

Kiminin ışıkları yanan, kırmızı kiremitli kondular yolun iki yanına sıralanmıştı. Cemse, uzak kentleri başkente bağlayan altı şeritli yolun askeri araç kalabalığını arttırmamıştı. Nakliye kamyonları, panzerler, başka cemseler, jandarma devriye cipleri, başkente dönüyor ya da başkentin gerilimini başka kentlere taşıyorlardı. Telsizde konuşanların birbirlerine bitmeyen istek ve duyuruları çoğalmıştı. Hiçbirini duymayan Çingene arkada çirkin, koca ağzını açmış esniyordu.

Dört – beş yüz metrede bir geçtikleri yol çevirmelerinin hiçbirine takılmadan kente girdiler. Günlerce kasvetli yağmurların yıkadığı kent, başındaki kümülüsleri birkaç gün önce defetmiş, takvimleri yanıltan ılık bahara yeni kavuşmuştu. Erken zamanlarındaki donuk, puslu bir sabah, heybetli yapıları kuşatmıştı. Alacakaranlıkta yapıların ruhsuzluğu sessizce haykırıyordu.

Çingene’nin öksürükleri uyuklamasında eridi. Bitkin adamın sarsıntılı yolculuğu, eski aracı iri bir beşiğe dönüştürmüştü. Çingene artık meydanlarla parklara serpiştirilmiş heykelleri, bürokrasinin hantal diğer betonlarını ve her an biraz daha aydınlanan sabahı fark etmiyordu. Ara sıra küçük irkilişlerle yukarı kalkan başı iyice ağırlaşarak iki de bir önüne düşüyordu. Başkentse henüz korkulu uykusundaydı.

Cemse, kentin uyanamamışlığını yararak öbür ucunu buldu. Başka kentlere bağlanan geniş başka bir asfalta girdiler. Kendilerinin bu kez sorulduğu telsizi Yüzbaşı mandalladı:

- Beş dakikalık mesafedeyiz komutanım. Şahıs yanımızda. Tamam.

Yüzbaşı saatine baktı. Bir sigara yakan Astsubay “Üç dakika sürmez komutanım, daha da buçuğa yirmi beş dakika var” dedi.

Anayoldan sapan cemse, çevresi uyarı levhaları ve üstü dikenli tellerle çevrili yüksek bir duvar boyunca ilerledi. Cemse, duvarın bitiminde karşısına çıkan nizamiyenin önünde durakladı. Nizamiyenin otomatik barikatı kendiliğinden yukarı doğru açıldı. Ortalık epeyce ağarmıştı. Düzgün biçilmiş çimlerle kaplı uçsuz bucaksız arazinin beş yüz metre kadar içindeki devasa yapıya yöneldiler. Yapı, köşelerinde gözetleme kulelerinin yükseldiği beş katlı bir dikdörtgen prizmaydı. Yapıdaki yüzlerce pencereden çoğu karanlıktı. Tek katlı, geniş, prefabrik başka yapılar arazinin çeşitli köşelerine düzgünce dağıtılmıştı. Cemse, bekçi köpeklerinin havlayışları eşliğinde durdu. Yapının ana girişi olduğu anlaşılan kemerli üç buçuk – dört metre yüksekliğindeki demir kapının önündeydiler.

Araçtan önce rütbeliler indi. Kapının dibinde eli telsizli, takım elbiseli şişman bir adamın yanında MP – 5’leriyle bekleşen askerlerden birine yüzbaşı seslendi.

- Oğlum, arkadan indirin şu herifi.

Çingene yarı ayılmıştı, parıldayan gözlerini ovuşturuyordu. Brandanın aralanan kapısından askeri görünce yol arkadaşı suskun inzibatın almadığı bir selamı vererek kasadan atladı. Astsubayla telsizli adam tokalaştılar. Mehmet, kasasındaki inzibatla birlikte cemseyi kapıdan uzaklaştırdı.

Takım elbiseli adam, telsizi ağzına yaklaştırıp bir şeyler söyledi. Kapı, sabahı korkunç gürültülerle yırtan ağır metal sesleriyle iki yana aralandı.

Şişman adam, yüzbaşıya telsiziyle içeriyi işaret ederek “Buyurun Yüzbaşım” dedi. Önde yüzbaşı, arkasında Çingene ve astsubay, en arkada da kapıyı açtıran

adam içeri girdiler. Kendilerini silahsız bir jandarma eri karşıladı. Kapı aynı seslerle ama daha yavaş kapandığında MP – 5’li askerler dışarıda kalmıştı.

Adımlarının uzak yankılarla kulak daladığı, sidik kokan, uzun, havasız, loş bir koridorda yürüyorlardı.

- III - görev

Koridorun sonuna vardıklarında dehlizi andıran üç başka koridorla karşılaştılar. Eğimli demir direklerin tuttuğu, kalın sacdan geniş merdivenler koridorun ucundan yukarı katlara yükseliyordu. Açık, demir kapılardan geçerek, takım elbiseli adamın ardından yeni bir koridoru adımlamaya başladılar.

Binanın derinliklerinden belli belirsiz bir uğultu duyuluyordu. Önemli bir maç oynanırken, büyük stadyumların birkaç kilometre ötesinden kesik kesik duyulana benzer, kalabalık bir uğultuydu; yürüdükçe çoğalıyordu.

Yüzbaşı, soğuk yankılarla hışırdayan sert adımlarını aksatmadan takım elbiseli adama “Müdür Bey, Cemal Yarbayım geldiler mi?” diye sordu. Müdür yanıtladı.

- Destek kıtasına gerek kalmaz hayırlısıyla ama içerdeler...

Yüzbaşı dişlerini gıcırdatarak, mırıldandı.

- İç bahçe işi yaş Müdür Bey. Pencerelerden sataşsınlar diye mi her seferinde iç bahçe?

Müdür gülümsedi.

- Bu sefer seminer salonunu uygun buldular kumandanım.

Söyleşerek yürüyenlere Astsubay da katıldı.

- Zararın neresinden dönülse kârdır.

Çingene’nin kuru öksürükleri azmıştı.

Daha dar bir koridora sapan bir kapıdan geçtiler. Dar koridoru henüz yarılamadan Müdür, Çingene’ye dönerek durdu. “Sen şu kapıdan gir beni bekle” dedi. Çingene oracıktaki kapıyı açıp içeri daldı.

Kapının ardındaki küçücük odada kara cüppeli, sarıklı bir imam binanın iç bahçesine bakan tek pencerenin önünde, tespih çekerek volta atıyordu. İmamın bir köşesinde gezindiği odada tenekeden bir yazı masasıyla, iki eğreti iskemle dışında hemen hiçbir şey yoktu.

İmamın çember, kırlaşmış sakalları çenesine doğru kaynaştı. Gülüyordu.

- Selamun aleyküm evladım.

- Aleyküm selam.

- Üzülme evladım. Diğer günahların için Rabbim’e tövbe et. Az sonra hayırlı bir vazife ifa edeceksin.

Çingene, imamın kendisinin kim olduğunu anlamasına şaşırdı. İskemlelerden birine ilişti. İmam, yanına yaklaştı. Hafifçe eğildi. Tespihsiz elini Çingene’nin omzuna koydu. Genizden çıkan, fokurtuya benzer sesiyle, sır verir gibi fısıldadı. İri gözleri yuvalarında kıpır kıpırdı.

- Bana düşmez amma, zamanı gelince elini çabuk tut. Beni yanında istememiş. Sümme hâşâ “Ben Allahsız, kitapsızım” demiş. Gerçi Rabbim nasip etmez ya, Kelime – i Şahadet getiremesin kâfir!

Çingene konuşmuyordu. Sigarasına uzanmıştı ki kapı açıldı. Elinde karton kapaklı dosyalarla Müdür içeri girdi.

- Hoca efendi bize az müsaade et. Kapının önünde bekleyiver...

İmam, sarıklı başını sallayarak ve tespihini şakırdatarak odadan çıktı. Müdür, karşısına oturduğu Çingene’nin gözlerinin içine bakarak, tane tane konuştu.

- Suat, daha önce her şeyi anlattık evladım. Biliyorsun.

Durakladı. Cebinden çıkardığı çakmakla Suat’ın sigarasını yaktı.

- İçerde kimseyle konuşma. Sonrası da konuştuğumuz gibi. Bu günü yaşanmamış sayacaksın. Kaç yıl geçerse geçsin ağzını açarsan, hele gazetecilere... Neyse.

Kalktı. Kapıdan çıkarken durdu, geri döndü. “Az sonra gelir seni alırlar” deyip çıktı.

İmam yeniden içeri girdi. Müdür’ün kalktığı iskemleye kurulup, kaykıldı. Çatallı, fokurdayan sesini neredeyse anlaşılamayacağı kadar alçalttı.

- Muhammet ümmetinin kaç evladını zehirledi hayın. İblisin uğursuz bayrağını açtı, peygamber ocağını bile karıştırdı. Çok şükür bu günü de görmek yazılıymış.

Suat’ın yüzündeki çizgiler koyulaştı. İmam susmayı bilmiyordu.

- Ne deseler dinleme. “Cellât” deyip geçerler. Tövbe edersen sırf şu iblisin katlinin yüzü suyu hürmetine dahi Rabbim kabul eder. İnsan ismet doğar, kirlenir, tövbeyle günahsızlığına yeniden kavuşur. Yeter ki yalvarışı kabul olunsun...

Cellât ayağa kalktı. “Yeter hoca!” diye yüksek sesle imamı susturdu. Pencere kenarına yürüdü. Orta parmağıyla başparmağı arasında tuttuğu izmaritten son soluğu çekip, bir fiskeyle izmariti pencereden aşağı fırlattı.

Uzak, dalgalı insan uğultusu, cılız haykırışlarla odada da duyuluyordu. Bekleme odasının kapısı, içerde önemli bir yetkilinin olabileceği yersiz kaygısıyla çalındı.

İmam da Cellât da, kapıyı çalana bir şey demediler. Dirseklikli tahta bir jop taşıyan jandarma eri yine de içeri girdi.

- İnfaz görevlisini bekliyorlar!

Cellât, ellerini göğe açmış, yumuk gözleri ve belli belirsiz yukarı kaldırdığı başıyla dualar sayıklayan imama “Eyvallah” dedi. İmam, duasına verdiği kısa aralarda şişirdiği avurtlarından Cellât’a doğru kesik kesik üfürdüğü soluklarıyla Cellât’ı uğurladı. Cellât odadan çıkmıştı. Oysa imam, arkasından duaya ve üfürüğe devam ediyordu.

Cellât, kalorifer borularına topluca vurarak tempo tutanların hafifçe zonklattığı binada, askerin peşi sıra görevine yürüyordu. Koridorları, kapıları geçtiler. Sac merdivenden bir üst kata ulaşıp, kapısında “SEMİNER SALONU” yazan, infaz odasına vardılar. Kapıdaki asker, haki elbiseli gardiyana seslendi. Gardiyan, Cellât’ın üstünü arayıp, kapıyı araladı. Cellât, yüksek tavanı, sabit oturma koltuklarıyla bir cep sinemasına benzeyen odanın ucundaki platforma yürüdü.

Kabuklarıyla budaklarının kalem gibi hizarlandığı, birbirine çatılmış üç ince meşe tomruğu gözüne çarptı. Kızılderili çadırlarını anımsatan tomrukların tepesinden, ası urganı olanca ürkütücülüğüyle sallanıyordu. Ası urganının tam altındaysa, iki basamaklı, yarım metre yüksekliğindeki tahta idam sehpası duruyordu. Ortasına darağacının hazırlandığı platformun bir ucunda beş kişi dikeliyordu.

Elleri – ayakları zincirli, yaşlı, tombul, gözlüklü bir adam, iki askerin arasındaydı. Zincirli adama sürekli bir şeyler anlatan gözleri yaşlı, orta boylu bir adamla, barakadan Cellât’ı getiren yüzbaşı, bekleşenlerden oluşan idam platformundaki grubun diğer üyeleriydi. Platforma bakan koltukların en ön sırasındaysa apoletleri kalabalık dört yaşlıca subayla Müdür, sinema seyredercesine oturuyorlardı. Beyaz önlüğünün önünden stetoskobu sarkan bir doktor, kollarını önünde bağlamış, yanlarında uyukluyordu. Küçük daktilosunu platformun bir kenarıyla koltuklar arasındaki masaya koymuş iskemlede oturan bir memurla, kapıyı tutan gardiyan da salondaydılar.

Seyirci koltuğundan bir ses Cellât’a yükseldi.

- Sallanma, vakit tamam!

Cellât, platforma seğirtti.

Zincirli adamın karşısında, ağlayarak konuşan adam bağırdı.

- Son kez söylüyorum sağlık muayenesi üstün körü oldu. Kan ve kemik ölçümü istiyoruz! Üstelik bu infaz hukuka aykırıdır. Tashih – i karar talebimiz gerekçesiz reddedilmiştir. Düzmece bir mahkemenin düzmece hükmüyle Anayasa’ya aykırı bir işe alet oluyorsunuz!

Cellât, salondaki biri dışında herkesle birlikte dona kalmıştı ki seyirci koltuğundan gelen daha sert bir ses adamı bastırdı. Darağacının tam karşısına oturan salondaki en yaşlı subay kükrüyordu.

- Sayın müdafi, kendinize gelin! Sıkıyönetim Mahkemesi’nin yüce yargıyı temsil eden yüksek kararına bir daha dil uzatırsanız, hakkınızda yasal işlem yaparım. Hükmün yerine getirilmesindeki zaruri sükûneti bir kez daha bozarsanız, en hafifinden salondan çıkartılacaksınız. Durumun vahametine göre ve korkarım muhtemelen ki, her an tevkif edilebilirsiniz!

- Daha iyisi, isterseniz beni de asın!

- Dışarı çıkartın şu münasebetsiz avukat bozuntusunu!

Salonu çınlatan tartışma, askerlerin müdahalesiyle daha büyük bir arbedeye dönüşecekken, kendine güvenen, düzgün ve kibar bir sesle son buldu. Zincirli mahkûm, büyük bir aktör gibi gür, yapmacıksız, insanın içine işleyen sesiyle konuştu.

- Sayın Savcı, buna hiç gerek kalmayacak. Avukatım bir daha konuşmayacak. Aylar süren yargı süreci boyunca, sizden hukuk dışı tek talebim olmadı. Şimdi bir idam mahkûmu olarak, en karanlık siyaset meydanlarında bile uygulanmış masum bir geleneğin bana tanıdığı hakla son isteğimi size sunuyorum. Avukatımla baş başa bir sigara içmek istiyorum... Artık bu geri dönüşsüz işin daha fazla uzamasını ben de istemiyorum.

Askeri savcı saatine baktı. Büyük bir özveride bulunan babacan bir tavırla “Tamam, profesör” dedi. Uygunsuz isteklerin kaypak tonuyla sürdürdü.

- Ama önce lütfen kendisine söyleyin, müdafiiniz ya tümüyle sussun ya da salonu terk etsin. Yaz evladım, “Sigara içme isteği kabul edildi” diye...

Uyuşuk memurun daktilosu, çatırdadı. Savcı, emrindekilere ve apoletlerine karşın darağacının önündeki idam mahkûmundan istekte bulunabilecek kadar güçsüzdü, alçalmıştı. Profesörün, gerilmiş yüz kasları gülümsemeye benzer hatlar takındı. Dişleri göründü. Zekice bir emrivakiinle dört buçuk dakikalığına avukatıyla fısıldaşma zamanını kazanmak üzereydi.

- Avukat Bey size rica ediyorum, Sayın Savcı’yı daha fazla kaygılandırmamak için çenenizi kapayın. Kendileri iyi niyetlerini son sigaramı birlikte içerek vedalaşmamız iznini vererek gösterdiler. Asker arkadaşlar; Sayın Savcı’yı duydunuz. Bir sigara içimi aşağıda bekleyeceksiniz! Kendileri son anlarımı bir gülünçlüğe neden olmadan geçirmek isteyeceğimi bilecek kadar, artık beni tanıyorlar.

Cellât şaşkınlıktan ya da alıklıktan, kıyıları salyalı ağzını kocaman açmış, olan biteni izliyordu. Profesörün kollarına girmiş bekleyen askerler koltuğuna kurulmuş Savcı’ya baktılar. Savcı kendilerine seslendi.

- Aşağı inmenize gerek yok. Çabuk mahkûma bir sigara verin, az ötede bekleyin.

Sigarayı Avukat çıkardı. Ateş arandı, bulamadı. Savcı paranoyak gözlerle, tek tek herkesi süzüyordu. Cellât’a kafasını hızlıca iki kez sallayarak hemen sigarayı yakmasını emretti. Cellât, komuta uydu. Profesörün donuk yüzüne karşın Avukat’ın eli ayağına dolaşıyordu. Cellât’ın, müvekkilini asacak olması normalmiş de sigaralarını yakması büyük bir aşağılamaymışçasına öfkeden kızarmış yüzüyle haykırmaya hazırlanıyordu. Profesör, zincirli tombul elleriyle koluna sarılıp kendisini engelledi. Bir adım ötesindeki Avukat’a “Yanıma yaklaş” dedi. Avukat, iyice Profesör’e sokuldu. Profesör, artık gözyaşlarını saklayamayan avukatına titreyen sesiyle fısıldadı.

- Nusret, asla yoldaşım olamadın... Ama yirmi beş yıllık arkadaşım, adeta kardeşim oldun. Bak benim de sesim korkudan nasıl titriyor...

Sigaralarını küçük soluklarla içmeyi akıl edemiyorlar, ciğerlerini dumanla olabildiğince dolduruyorlardı. Nusret, fısıldamaya çalışırken gizli hıçkırıklara takılan sesiyle kırık dökük konuştu.

- Sizi çok özleyeceğim.

- Üç aylık korkunç bekleyiş ve her şey biterken nutkum tutuldu. Oysa tumturaklı laflar edecektim. Yirmi yaşındaki bir militan gibi sloganlar atacaktım.

Cellât, konuşanların dışındaki tüm odadakiler gibi fısıltıları anlamaya boş yere çabalıyor, yarılanmış sigaraların sonundaki ölüme tanıklık etmeye gizli, tuhaf ve hastalıklı bir sevinçle can atıyordu. Profesör ise beyninde kopan fırtınalardan sersemleşmişti; sakince, bilinci azalan fısıltılarını sürdürüyordu.

- Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insandır Nusret. Doktor, “İnsan doğduğu anda ölmeye başlar” demişti. Büyük adamdı, diyalektikçiydi... Ölümün mutlak tarihi, çıldırmış bir hızla ölene koştukça, insanlıktan çıkmamak mümkün değilmiş. Yakın ölümün korkusu, hayvanca bir korkuymuş...

- Estağfurullah Hocam.

- Materyalist adamın genel ölüm korkusu ya da köylünün jandarma korkusu gibi değil. Ölüyorum Nusret! Notlarımı Selma düzeltsin. Paris’e, Ali’ye yollayın. Ali gözden geçirmeden sakın basmayın. Parti önderliğini bir an önce oluşturun. Benim oyum Ali’den yanadır. Yine de şimdilik kimseye söyleme, polemik çıkmasın...

Profesör giderayak saçmalıyordu. Arkadaşlarına kriptolu – ama asılmasına karar verenlerin de çoktan deşifre ettiği – mektuplarında türlü detaylarıyla salık verdiği ya da açıkladığı konuların, çorbalaşan bir özetiyle son anlarını tüketiyordu.

Sigaraların, izmaritleşmeye yüz tutmuş tükenişini kollayan Savcı, Müdür’e usulca “Gömlek” dedi. Müdür, ayaklarının dibinde duran köy baytarlarınınkine benzeyen deri çantadan, bir poşet çıkardı. Cellât’ın yanına yürüdü. “Bunu giydireceksin” dedi.

Sigarasını atan Profesör, “Kendine iyi bak, çevirileri ihmal etme. Hoşça kal Avukat Nusret” deyip, platformun önüne doğru, ayaklarını sürüyerek yaklaştı.

- Hazırım ey; oligarşinin zavallı, ruhsuz kuklaları!

Kahramanından ölürken gelen meydan okuyuş Avukat Nusret’in yüreğine su serpti. Savcı, ayağa kalktı. Son anlarını yaşayan adamın canını acıtmak için bir şeyler bulup söylemesi gerekiyordu. Cellât, poşeti yırtıp beyaz idam gömleğini çıkardı.

- Hani komik duruma düşmek istemezdin Profesör? Sesin korkudan horozlaşıyor, sus da rezilliğin ayyuka çıkmasın. Adam sandık da ellerini arkadan bağlamadık...

Avukat Nusret, dayanamadı, atıldı.

- Faşist caniler, halk bunun intikamını alır!

Platformun köşesinde mumdan yapılmışçasına bekleyen askerler komuta gerek kalmaksızın birdenbire Avukat Nusret’in üzerine çullandılar. Dövülerek kelepçelenen Avukat Nusret, yerlerde sürüklenerek dışarı çıkartıldı. Memur da durumdan görev çıkartmıştı, daktilonun sesi duyuldu. Profesörün beyin hücreleri, az sonra öleceğinin farkında bir gerilimle, olağandışı bir hızla deviniyordu. Kopuk kopuk dehşetli düşünceler, sinir sisteminde dolanan akımı arttırıyor, bu akım Profesör’ün midesinde düğümleniyordu.

Askerler, soluk soluğa platforma geri döndüler. Cellât ve Müdür de platforma çıktılar. Cellat’ın elinde idam gömleği, Müdür’ünkinde ise A – 2 kağıda basılı yafta vardı. Cellât gömleği giydirecekti ki Savcı emir verdi.

- Önce ayaklarını çözün şunun.

Putlaşmış bekleyen Profesör’ün ayak zincirlerini, Avukat Nusret’i döven askerlerden biri çözdü. Cellât, kolları olmayan dar, uzun gömleği Profesör’e giydirdi. Gözlüklerini çıkarıp aldı, Müdür’e verdi. Müdür’ün çatal iğnelerle birlikte uzattığı yaftayı gömleğin önüne tutturdu.

Profesör’ün yüz kasları seğiriyor, gözleri kısılıyordu. Savcı “Haydi” dedi, “Allah günahlarını affetsin”. Herkes ayağa kalkmıştı.

Cellât, Profesör’ün koluna sımsıkı yapıştı. Zincirlerden kurtulduğu halde, yere sürünen ayaklarıyla yine de uysalca yürüyen adamı sehpaya çıkardı. İlmeği boyunda kolayca sıkılsın diye yağlanmış urgan, Profesör’ün kafasının yanında sallanıyordu. Kaygan ipi Profesör’ün boynuna geçirdi. Sehpadan aşağı indi. Profesör gözlerini yummuştu ki tüm bedeninde zonklayan, iliklerinde gezinip beyninde patlayan bir basınçla kasıldı. Hırıltıları, daktilo çatırtılarına ve Cellât’ın öksürüklerine karıştı. Erlerden biri – Rum ya da Ermeni olmalıydı – istavroz çıkardı. Profesör, fal taşı gibi açılmış gözleriyle, gergin ipin ucunda bir tam tur dönerek sallandı. Bacaklarıyla omuzları daha belirgin olmak üzere tüm vücudu, esnek dalgalanmalarla hâlâ titriyordu. İkinci dönüşten sonra, yüzü yeniden infaz salonundakilere doğruldu. Açılmış moraran dudaklarının arasından, kenetlenmiş dişleri görünüyordu. Ayak parmak uçları bir balet gibi yere dimdik uzanmıştı. Doktor, Profesör’ün sol elinden nabzına baktı. “Fizyolojik ölüm gerçekleşmemiş, birkaç saati bulabilir” dedi. Saatine bakan Memur’un daktilosu tekrar çatırdadı. Kalın perdeleri örtük, güçlü florasanlarla aydınlanan salonun dışında yeni gün tümüyle ağarmıştı.

Bekleyiş, sinir bozucuydu. Cellât, askerler, Yüzbaşı ve Gardiyan dışındakiler oturuyorlardı. Doktor, sonraki üç kontrolünde Savcı’nın komutuyla Profesör’ün nabzına bakmıştı. Diğer kontrollerini kendiliğinden yaptı. Profesörün gözbebekleri saydamlaşarak küçülmüş, gözlerinin çoğalan aklarındaki kızıl kılcal damarlar fırlamıştı. Altıncı nabız kontrolünün ardından Doktor yeniden yerine dönmüş, oturuyordu. Yaşlıca subaylardan biri “Dokuz canlı mıdır nedir?” diye kendi kendine sordu. Doktor dört – beş dakikada bir yokladığı nabza bu kez hemen bakmak gereği duydu.

- Nabız sıfır. Fizyolojik ölüm gerçekleşmiş, beyin ölümünü bilemeyiz.

Savcı, öfkeden köpürdü.

- Beyin ölümü ne demek Doktor? Bu adam ölmedi mi? Sence tekrar Anayasal nizamı lağvetmeye kalkışabilir mi?

Cellât’ın yüzünde silik bir sırıtış belirip, kaybolmuştu.

- Hayır efendim, sanmıyorum. Şahısla ilgili artık ölüm raporu düzenleyebiliriz.

- Güzel. İndirip defin için teslim muamelesine derhal başlayın Müdür Bey.

Daktilonun sesi bu kez uzun sürdü. Askerler devrilmiş idam sehpasını kenara çekip, bir sedye getirdiler. Savcı Cellât’a “Sen indireceksin” deyip, askerlere emretti.

- Siz de yardım edin. Haydi çabuk!

Askerlerden biri Profesör’ün boşlukta sallanan bacaklarına, diğeri katılaşmaya başlayan gövdesine sarıldı. Cellât ilmeği gevşetip ölünün kırık boynunu urgandan kurtarmak için epey uğraştı. Profesör’ü sedyeye uzattılar. Müdür, Cellât’a döndü.

- İmamla birlikte beklediğin odayı bulabilir misin?

- Bulurum her hâl...

Müdür bu kez kapıdaki gardiyana seslendi.

- Abdullah Efendi, birini çağır da şunu Nedim’in odasına götürsünler.

- Baş üstüne beyim.

Abdullah Efendi infaz odasının hemen dışında bekleyen askerlerden birine bir şeyler söyledi. Asker, koşar adım içeri girerek, subayları selamladı. Cellât askerin ardına takıldı, dışarı yürüdüler.

Yankılı, uzak gürültülerden hiçbir kalıntı yoktu. Koridorların lambaları söndürülmüş, görkemli taş duvarlardan içeri aydınlık, taze gün ışığı dolmuştu. Sabah içtimasına çıkan askerlerin düzenli rap rapları, sabahın yakınlaştırdığı ön bahçeden rahatça duyuluyordu. Cellât bekleme odasına girince gülümsedi. Geveze imam odada değildi.

- IV - dönüş

Cellât pencerenin önünde bir sigara yakıp, avludaki askerleri izlemeye koyuldu. Uzun uzun esnedi. Sigarası bitince masaya en yakın iskemleye kurulup, başını masaya dayadı. Bir çöp bidonunun hızlıca kapatılan demir kapağından çıkan ani gürültüyle irkildi. Sigara yakmakla, masaya kapaklanmak arasında ikircikte kaldı. Masaya kapaklandı.

Müdür’ün dürtmeleriyle uyandı. Cellât’ı getiren cemsenin şoförü Mehmet de Müdür’ün yanında dikeliyordu. Müdür elindeki ıstampayı uzatıp, kendi başparmağını havaya kaldırdı, hafifçe gülümsüyordu.

- Bu parmağını mürekkebe bas.

Cellât’a, böylece bu zor görev karşılığı resmi bir yetkili tarafından “başarı” işareti de gönderilmiş oldu.

Cellât denileni yaptı. Müdür, Cellât’ın başparmağını tutup dört – beş kâğıdın altına peş peşe bastırdı. Cebinden çıkardığı şişkince mektup zarfını Cellât’a verdi.

- Suat, sana günlerdir anlattıklarımın kelimesini unutmayacaksın. Daha da bir şey söylemiyorum. Haydi, şimdi gidip uyu...

- Eyvallah.

Suat, Mehmet’le birlikte yapıdan ayrıldı. Her taraf asker kaynıyordu. Mehmet nefretle “Bekle” dedi. Suat, Mehmet’in yüzündeki iğrenmeyi fark etmişti. Cemseyi bekledi. Araziyi kolaçan etti, hırıldayan ciğerlerinden kanlı bir balgamı kimsenin kendisini görmediğine emin olduğu bir anda yere tükürdü. Arka cebinden çıkardığı mektup zarfının içindeki ince para destesini ortasından büküp, pantolonunun ön cebine yerleştirdi. Yanında askeri bir cip durdu. O, hâlâ cemseyi bekliyordu. İlgilenmedi. Cipin şoför bölümünden Mehmet bağırdı.

- Yürüsene be adam!

Adam, üstü açık cipin arka bölümüne mi, Mehmet’in yanına mı oturması gerektiğini kestiremedi. Kısacık duraklamasının ardından Mehmet’in yanına oturdu.

Adamın göz kapakları, araç kentin henüz Yeni Çöplük adını almamış sefil semtine ilerlerken ağırlaştı. Bu önemli görev için, sayrılı bir toplumun dışına itilmiş, sayrılı adamdan daha uygunu bulunamamıştı. Görevini tamamlamış yorgun adam, cip nizamiyeyi geçer geçmez uykuya daldı. Cip anayola çıktığında, Adam gürültülü bir horlama tutturmuştu...

Temmuz 2002

100.Yıl / ANTALYA

İzleyiciler